Efendilik savaşı |
“Düşmanını tanıma ve dünyanın kendi dışındaki kısmınca, nasıl algılandığını anlama söz konusu oldu mu, ABD’nin daha dikkatli olması gerekir. Dünyayı bizimkinden değişik algılayan ve anlayan pek çok insan var. Muhtemel dostlarımızı çoğaltıp, muhtemel teröristleri azaltmak, çok önem taşıyor. Üstelik bunun savaşla filan bir ilgisi yok, bizim yaptığımız başka şeylerle ilgisi var...” Yukarıdaki bu sözler okuduğunda ilk yorum nasıl olur bilemiyorum. Ama sanırım, bugünkü ABD politikasına yönelik bir “eleştiri” ve bir “uyarı” yer aldığı dikkat çekecektir. Açık, ama nazik bir dille yapılan bir eleştiri gerçekten. Üstelik açıkça bir “özeleştiri” de görülebiliyor. Peki, yukarıdaki sözleri söyleyen kişinin ABD’nin bugünkü başkanı Bush’tan önceki başkanına, Bill Clinton’a ait olduğunu söylesem? Yukarıdaki sözlerden çıkardığınız sonuç, o zaman bu gerçeğin etkisiyle değişebilir mi acaba? Ya da soruyu başka türlü yöneltsem. Hangisi önemlidir? Sözün kimin ağzından çıktığı mı? Yoksa sözün kendi başına taşıdığı anlam mı daha önemli? İlk etapta, sözün kendi başına taşıdığı ve içerdiği anlama, kendi başına verdiği mesaja daha çok önem veririm. O sözün kime ait olduğu veya kimin ağzından çıktığı ise, ikinci planda gelir bence. Clinton’a ait olan yukarıdaki sözleri de işte bu doğrultuda ele alıyorum. ABD’nin bugün dünyada izlediği politikaya yönelik bir eleştiri ve bir o kadar da uyarı taşıyan mesajlar yer alıyor o sözlerde. Clinton, 2001 yılının Kasım ayı başlarında söylüyordu bu sözleri. Sadece Hürriyet Gazetesi’nde okuyabilmiştim. Ve 11 Eylül’de İkiz Kuleler’e yapılan terörist saldırının ardından, ABD Başkanı Bush’un misilleme olarak Afganistan’a saldırı kararı aldıklarını açıklarken, “Haçlı Seferi başlatıyoruz” şeklinde sözler sarf ettiği konuşmasının hemen ardından, Afganistan müdahalesinin arifesinde, eski başkan Clinton, bir basın mensubunun kendisiyle yönelttiği , “Dünyanın en büyük terörist saldırısının hedefi niçin ABD oldu?” şeklindeki sorusuna böyle karşılık veriyordu. Clinton’un hemen her sözü içinde, kendilerine dönük bir eleştiri, yani özeleştiri açıkça anlaşılır bir netlikteydi. Yukarıdaki “Dünyayı bizimkinden farklı anlayan ve algılayan pek çok insan var” şeklindeki söz, ABD’nin dış politikada bu gerçeği içine sindirmesi gerektiğini vurguluyor bir bakıma. Ama bu gerçeği içine sindirebilmek ve bu gerçekle birlikte yaşamayı öğrenmek ve alışmak, her şeyden önce bir hoşgörü ve demokratlık gerektirir. Georgetown Üniversitesi’ne bağlı Dışilişkiler Fakültesi öğrencilerine yaptığı konuşma sırasında, gazetecinin sorusuna da yanıt verirken, sözlerine “Bedel ödüyoruz” şeklinde başlamıştı Clinton. Devamında da “zencilerin nasıl köleleştirildiğini ve Amerika’nın yerli halkı olan Kızılderililere karşı ülkesinde yapılanları” anlatıyordu: “Biz ABD’yi köleleri kullanarak kurduk ve hiçbir kabahatları olmadığı halde, onları sürekli öldürdük. Ya topraklarını ellerinden almak, ya madencilik haklarını koparmak, ya da insandan saymadığımız için yerlerinden yurtlarından edip, canlarına kıyarken, bu ülkede bunu herkes görmezlikten geliyordu. Bugün hala ödemekte olduğumuz ise, bunun bedelidir.” Clinton’un konuşması içinde şunlar da yer alıyor: “11 Eylül’de yüzyılın en büyük terörist saldırısı niçin ABD’yi hedef aldı?” şeklindeki soruya Clinton’ın “bedel ödüyoruz” şeklinde verdiği yanıtta, açıkça bir özeleştiri görüldüğü gibi, emperyalizmin en büyük kalesi olduğu için de bu saldırının hedefi olduğunu anlatıyordu. ABD’nin dış politikada nasıl bir yol izlemesi gerektiği konusundaysa, şunları söylüyor Clinton: “Bizim yok oluşumuzu kendileri için kurtuluş sayan kişilerin üstesinden gelmemiz gerekiyor elbette. Ama kendimiz için olmasını istemediğimiz şeyleri başkaları için de istemeyerek, yeterince zeki davranarak ve o kendini daima herkesten üstün, büyük, güçlü ve daima haklı gören kibirli tavrımızdan uzaklaşarak...” (10 Kasım 2001 tarihli Hürriyet Gazetesi’nden) Bu yüzden ABD’nin kendisine karşı oluşan önyargılarla mücadele ederek, farklı uygarlıklara kendisini anlatıp ikna ederek yanına çekmesinin daha tutarlı bir politika olabileceğini anlatıyordu... Ama bir de bu sözleri sarf eden kişinin kimliğine bakarsak, iki ABD Başkanının birbirinden farklı düşünceleri hakkında neler söylenebilir? Eski başkan Clinton, “Vietnam Savaşı kaçkını” ve “barış yanlısı” tavırlarıyla tanınıyor. Demokrat Parti’den seçimlere katılıp başkan olmuş. Şimdiki başkan Bush ise Cumhuriyetçi Parti’den. Yukaridaki gerçekliklerin üslup olarak farklılıklarını 2 Başkan’ın siyasi farklılıkları ya da “demokrat” ile “cumhuriyetçi” farklılığı olarak da görmek mümkün. ABD eski Dışişleri Bakanı Madeleine Albright, Azerbeycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev’i Washington’da ağırlarken, şunları söylüyordu: “Kafkasların kaderini üzerine almak amerika için heyecan verici bir amaç olacaktır..." (Le Combat, Sayı: 24) Eğer bugün “Amerika bu dünyadan ne istiyor?” diye bir soru akla geliyorsa, bunun yanıtlarından biri de budur işte. Diğeri de “dünyanın efendisi olmak”. Amerika’nın bütün derdi bu: Efendi olmak. Kızılderililere uyguladığı soykırımda da, zencileri köleleştirme sırasında da iktidar erkini elinde tutanların bu davranışlarını yöneten en temel güdüsü; “efendi olabilme ihtirası” oldu hep. Clinton’un yukarıdaki sözlerinden de önce, o sözlerin ağzından çıktığı dönem kendisinin hangi konumda olduğu da önemli tabii. O sırada muhalefet konumundadır Clinton. Dolayısıyla yukarıdaki sözleri "ABD Başkanı" sıfatını taşırken asla söyleyememiş olması dikkat çekicidir. “Dünyanın efendisi” olmaya çalışan ABD’nin dünyadaki izlediği politika, kendi başkanına o sözleri söyleme olanağı verir mi? Clinton’un önerdiği yol, emperyalist politika için ikinci yolun tercih edilmesi doğrultusunda. Bu yol da emperyalist politikadan vaz geçmek değil, ülkeleri sömürmekte daha yumuşak bir yol izlemek. Yani; “güleryüzlü emperyalizm.” Emperyalizm, doğası gereği başka ülkelerin halklarını sömürerek ayakta kalmayı ve gelişip büyümeyi hedefler. |
17 Ocak 2003 |