Mustafa Kemal, Kurtuluş savaşı sırasında şunları söyler:
“Hiçbir zafer amaç değildir. Zafer, ancak kendisinden daha bir büyük amaca ulaşmak için belli başlı bir araçtır. Zafer, bir düşüncenin üretim ve hizmeti anlamında bir değer taşır. Bir düşüncenin üretkenliğine dayanmayan bir zafer, kalıcı olamaz. O boş bir çabadır...”
Her savaşın taşıdığı bir anlam var kuşkusuz. Ama her savaşın anlamı birbirinden farklı. Bazı savaşlar vardır; somut bir anlamı yoktur ya da olsa bile anlamını anlatabilmek ve gerekliliğini açıklayabilmek zordur.
Bu tür savaşların sonucu ise sadece yıkım ve perişanlıktır. Böylesi bir savaşta yenilgi; esaret vekölelik, galibiyet ise çoğu zaman sadece savaşı kazanan bir taraf yaratır. Bu savaşların sonucu, yalnızca kazanan ve kaybeden bir taraf ortaya çıkarır. Bir mağlup taraf olur sadece, ama mutlak galip olmaz. Ama barışın galibi vardır. O da: İnsanlık ve kardeşlik...
Bazı savaşlar vardır; anlamı kutsaldır.
Sonucu ise gurur ve onur.
Mazlumların zulme başkaldırışı, zalime karşı yöneldikleri savaştır bu.
Bazen bu tür bir savaşta mağlup taraf galip bile sayılabilir.
Çünkü kazanan; insanlık onurudur.
Savaşın ne olduğunu ve savaşların birbirinden farklı ne gibi anlamlar taşıdığını öğrendiğim ilk kişi olmuştu dedem. Hayatının 8 yılını savaşta geçirmiş biri olarak, savaşın ne olduğunu tam anlamıyla anlatabilecek gerçekleri de yaşamıştı. Birinci Dünya Savaşı’na, ardından da Kurtuluş Savaşı’na katılmıştı. Dünya savaşı gazisiydi. Bu savaşta İngilizlere esir de düşmüş, 2 yıllık esirlik hayatı da olmuştu.
Her iki savaş arasındaki farkı, bu yüzden dedem kadar iyi algılayabilen çok az insan vardır sanırım. Türk insanı için bir “şeref” demek olan “gazilik” mertebesini ve 2 yıllık esirlik hayatını gönüllü bir seferberlikle katıldığı 1. Dünya Savaşı’nda yaşamasına ve bu savaş ömür boyu taşıyacağı hem fiziki, hem psikolojik izler bırakmış olmasına karşın, kendisine gazilik şerefi getiren Dünya Savaşı’ndan hiç de şerefli sözlerle söz etmezdi. Kurtuluş Savaşı’nı ise yere göğe sığdıramazdı...
Çocukluğumda, savaşta yaşadıkları gerçekler dolayısıyla dedemi sanki masallardan çıkıp gelmiş biri gibi düşündüğümü hatırlıyorum. Anlattıkları öylesine inanılmazdı benim için. Oysa onun içinse sadece yaşadığı gerçeklikler, kendi yaşamının birer unutulmaz anısı ve ayrıntılarıydı tüm bunlar.
Osmanlı Devleti’ni 1. Dünya Savaşı’na sokan Enver ve Talat paşalara çok kızıyordu dedem.
Onur kazanmak için gönüllü olarak kendisi de açılan seferberlikle bu savaşa katılmıştı. Ama savaşın içinde, bu savaşa katılmanın yalnızca kendileri için bir intihar anlamına geldiğini görmüştü. Sonrasında ise, koca bir cihan imparatorluğunun yok oluşu gelmişti zaten.
Dedem Emin Efe, o yıllarda Osmanlı topraklarında korkunç bir yoksulluk, yokluk ve kıtlık yaşandığını anlatırdı. Bütün bunlarda da uzun yıllar boyunca yapılan savaşların etkisi çoktu. Halk alabildiğine yoksulken, ödenmesi istenen vergiler ise bu koşullarda adeta bir zulüm anlamına gelecek kadar ağırdı. Öte yandan ordunun durumu da perişan bir haldeydi. İşte bu koşullardayken, Talat ve Enver paşaların kararıyla 1. Dünya Savaşı’na katılmıştı Osmanlı Devleti.
Dünya Savaşı’ndaki Osmanlı ordusunu anlatırken şöyle derdi:
“Bir çoğumuzun ayağında giyecek uygun bir şey bile yoktu. Ayağımızda çizme vs. yokken savaştığımız çok oldu. Doğru dürüst kıyafetimiz bile yoktu. Üstümüz başımız kir ve pasak içindeydi. Zaten bizi bu halde görenler Türk askeri olduğumuzu hemen anlıyordu. Traş bile olamıyorduk. Hepimizin yüzünde bir karış sakal, saç-sakal birbirine karışmış bir haldeydik...”
Osmanlı ordusunun sefaleti, dedemin anlattıklarına göre, sadece kılık kıyafet açısından değil, silah ve mühimmat yönünden de aynı dramatik tabloyu yansıtıyordu. Şu anlattıklarını hiç unutamam:
“Bizim alayda bir tek topumuz vardı. 24 saat içinde sadece bir defa top atışı yapılıyordu. Emir böyleydi. Çünkü cephanemiz çok kısıtlıydı... Bir de bizim iki tane uçağımız vardı. Birinin kanadı ise kırıktı. Askerler arasında ona “kırık kanat” derdik. Sağlam olan uçağımızın bir gün düşürüldüğünü duymuştum. “Kırık kanat” ise tek uçak olarak kalmıştı. Ama işte o “kırık kanat” düşmana kan kusturdu...”
Yiyecek yönünden de acınacak bir durumdaydı Osmanlı ordusu. Bazen cephede günde tek öğünle yetinmek zorunda kaldıklarını söylerdi dedem. Askerler arasında ev ev dolaşıp halktan yiyecek toplayanlar da olurmuş. Sonra bütün toplananlar askere pay edilecek şekilde alay karargâhında biriktirilirmiş.
"Bir gün yiyecek toplamak için görevlendirilenler arasında ben de vardım. Kapısını çaldığımız bir köylü, boynunu büktü ve evinde çocuklarına bile yiyecek bir şeyler olmadığını söyledi. İçeri gitti ve biraz sonra elinde bir fincanla geri döndü. Getirdiği bir fincan arpaydı sadece. Köylü, hayvanlarının rızkından alıp da getirdiğini söyledi bize. O an gözlerimden yaş boşandığını hatırlıyorum...”
Askerin cephedeki yiyecek durumunu böyle anlatırdı dedem.
Ama anılarında çok önemli yer tutan Ali İhsan Paşa’dan söz ederken, “Asker bir tek o alaya geldiği zaman yemek yüzü görürdü. Ali İhsan Paşa ne zaman alaya gelse karnımıza doğru dürüst bir şeyler gelirdi. Eğer önümüze yiyecek doğru dürüst bir şeyler çıkarsa, hemen anlardık ki, o gün alaya Ali İhsan Paşa gelmiş...”
Ali İhsan Paşa’ya bu yüzden askerler arasında çok değer verildiğini anlatırdı. Dedemin gözünde gerçek bir kahramandı Ali İhsan Paşa. İngilizlere esir düştüğünü anlatırken, söze hep “Ben Ali İhsan Paşa ile beraber esir düştüm” diye başlardı.
Çanakkale’de de savaşmıştı dedem. Çanakkale gazisiydi.
Türk tarihinde bugün bir destan olarak anlatılan o ünlü Çanakkale Savaşı'nda yaralanmıştı.
Çanakkale’de de savaşmıştı dedem. Çanakkale gazisiydi. Türk tarihinde bugün bir destanolarak anlatılan o ünlü Çanakkale Savaşı'nda yaralanmıştı.
Bu olayı ise şöyle anlatırdı:
“Bir gün siperde yanı başımda bir patlama duydum. Ama patlamayla aynı anda etrafımın birdenbire bembeyaz bir ışığa kestiğini gördüm. Işıktan gözlerimin kamaştığını sandım. Gözlerimi kapatmak istiyordum. Sonradan ise her şey kapkaranlık oldu. Kör olduğumu sandım...”
Bulunduğu sipere İngiliz topçusunun açtığı bir ateş sonucu düşen şarapnelin hemen yanı başında patlamasıyla yaralanmıştı dedem. Aynı siperdeki arkadaşlarından bazıları burada hayatını kaybederken, Emin Efe ise onlardan şanslı çıkıyordu. Patlayan şarapnel parçalarından biri alnına, biri de eline isabet etmişti.
“Gözlerimi açtığımda ise hala aynı yerde ve aynı anda olduğumu sanıyordum. Ama kendimi bir hastane odasında ve yatakta buldum...” diye devam ediyordu. “Ne kadar zamandır burada olduğumu, aradan kaç gün geçtiğini bilmiyordum. Birkaç gün sonra ise etrafımı fark etmeye başladım. Gelip gidenler arasında hiç Türk subayı göremiyordum. Hep İngiliz subayları vardı. Birkaç gün sonra öğrendim ki meğer bulunduğum yer bir İngiliz hastanesiymiş. Ben sadece yaralı değil, aynı zamanda da esirmişim... Orada tanıdığım birkaç asker daha vardı. Onlardan öğrendim durumu...”
İyileştikten sonra ise, esirlik hayatı başlar Emin Efe için. İngilizler tarafından savaş sırasında esir kampı olarak kullanılan Malta Adası’na götürülür. Tam 2 yıl sürecek bir esirliktir bu. Dünya Savaşı’nın bitmesiyle dedemin de esirliği sona erer. Karşılıklı esir değiş tokuşu sonucunda dedem de özgürlüğüne kavuşur. Bu değiş-tokuş hakkında da “İngilizler bir İngiliz esire karşı 10 Türk askeri veriyordu” diye anlatırdı.
Anılarında çok değer verdiği bir komutan olan Ali İhsan Paşa’nın da İngilizlerin eline esir düştüğünü, Malta’da bulunduğu esir kampındayken duymuştu. “Adadaki İngiliz askerleri adeta büyük zafer kazanmış gibi bayram yapıyorlardı. Bize sizin komutanı da getirdik diyorlar, kendi aralarında konuşurken de ’Öyle bir adam geldi ki buraya, adeta bir canavar’ diye anlatıyorlardı...”
Ali İhsan Paşa’yı dedemin gözünde tam bir kahraman yapan olay ise, onun esirlikten kaçış öyküsüydü. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusunun yenik sayılmasından sonra, esirler arasında tam bir umutsuzluk hakim olmaya başlamış ve bir çoğu tek umutlarının adadan kaçış olduğu konusunu düşünmeye başlamış. Bunun için de en uygun zamanın ve ortamın kollanmaya başladığını, birkaç girişimde bulunulduğunu anlatan dedem, “Oradan kaçmayı bir tek Ali İhsan Paşa başardı...” diye anlatırdı. Söylediğine göre, Ali İhsan Paşa, bir gemiyle, şarap fıçıları içine saklanarak İngilizlerin elinden kaçıp kurtulmuştu. Bu olay nedeniyle, dedemin gözünde hep büyük bir kahramandı Ali İhsan Paşa.
1921 yıllarında, dedem bu kez de Başkomutan Mustafa Kemal’in emrinde kurtuluş savaşı verenUlusal Kurtuluş Ordusu saflarındayken, bir gün cephede Ali İhsan Paşa’nın da Kuşadası’na çıkarak Ulusal Orduya katıldığını duyduğunu anlatmış ve onun bir süre sonra da Batı Cephesi’ne 1. Ordu Komutanı olarak atandığını duyunca da, “Habere çok sevinmiştim. Ali İhsan Paşa’nın emrinde savaşacağım hayaliyle büyük mutluluk duymuştum. Ama sonradan Başkomutan tarafından bu görevden alındığını duyunca da çok üzüldüm. Öyle bir adamın bu görevden alınmasına hiçbir anlam veremedim. Neden görevden alındığını da hiç öğrenemedim”demişti.
Kahramanı Ali İhsan Paşa'nın Büyük Taarruza başlandığı sırada en önemli cephe olan Batı Cephesi’ndeki 1. Ordu Komutanlığı’ndan neden alındığını, görevden alınış öyküsüyle ilgili gerçekleri hiçbir zaman öğrenememişti dedem. Bu konudaki öyküye ve gerçeklere ulaşmak ise bana kısmet oldu. Birkaç yıl öncesinde bu konuda ulaştığım kaynaklar ise, dedem hayatta olsaydı eğer, kendisini hem bir hayli şaşırtacak, hem de üzecek bazı çarpıcı gerçekleri yansıtıyor. Gördüm ki, Kurtuluş Savaşı’nın önderi ve Başkomutan Mustafa Kemal, Ali İhsan Paşa’yı bu görevden almakla Kurtuluş Savaşı’nın kazanılmasında önemli rol oynayacak son derece hayati bir karar da vermiş. Tıklayınız: Ali İhsan Paşa
“Emin Dayı” ya da “Emin Efe” diye seslenirdi ona herkes. Dünya savaşı gazisi olmasına karşın, “Gazi Emin” diye seslenildiğini hiç anımsamam. Kendisi de bu yönünü hiçbir zaman ön plana çıkarmamıştı. Bir zamanlar bunu bir alçakgönüllülük sanırdım. Tabii ki, dedemin anlattıklarının gerçek anlamını kavrayıncaya kadar...
Yaşadığı gerçeklikler ve yaşamındaki dramlar, onda derin bir iz bırakmış, içine kapanık bir kişilik geliştirmişti. Genellikle sessiz, sakin biri olarak tanınırdı dedem. İsmine eklenen “dayı” ya da “efe” lakapları da çevresindekilerin bir saygısını ifade ediyordu sadece, yoksa etrafına efelenip, dayılanmasından değil. Efelikle de bir ilgisi yoktu zaten. Ama yumuşak görünümüne karşın, aslında sert mizaçlı biriydi de. Yine de, ardından gelen nesle “miras” diye bıraktığı tek şey olan “Sert” soyadını ona gerçekten yakıştırmak haksızca bir değerlendirme olur...
Yörüklerin eski bir sözü vardır: “Yumuşak atın tekmesi sert olur” derler. İnsan için de geçerli olan bu deyiş, bana dedemin mizacını anımsatır. Bu kadar sessiz ve sakin bir insanın kendinden hiç umulmadık sert tepkiler göstermesi ise, yaşamındaki bazı gerçekliklerin onun üzerinde yarattığı etkilerle açıklanabilir ancak.
Soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldiğini her fırsatta tekrarlardı dedem. Bunu vurgulamak, onun için hayatında hep önemli bir ayrıntı gibiydi. Atalarının “Sancaklı Aşireti” mensubu olduğunu anlatır, “Benim atalarım gittikleri her yere Fatih’in (Fatih Sultan Mehmet) sancağıyla gider, Fatih’in sancağını taşırmış” diye de övünürdü. Tıklayınız: Sancaklı aşireti
Bu ayrıntı dışında kalan yaşamı, onun için yine gurur verici olsa da, kendi deyimiyle şanşsızlıklar ve dramlarla doluydu sadece. Annesinin yüzünü bile hatırlayamazdı. Henüz 2 yaşındayken amansız bir hastalıktan annesinin öldüğünü biliyordu sadece. Babasını ise 5–6 yaşlarındayken yine bir hastalık sonucunda kaybedince, birden bire hayatın acımasız koşulları karşısında öksüz bir çocuk olarak yapayalnız kalıvermişti. Zengin ve soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelmesine karşın, öksüz kalışı yaşamını hep bir yokluk ve yoksulluk içinde sürdürmek zorunda kalışının da bir nedeni gibi olmuştu sanki. Bu noktada kaderi, Kurtuluş Savaşı’ndan sonra hayatını birleştirdiği tek insan olan ninemle aynıydı sanki. Tıpkı ninem gibi dedemin de babasının tüm mal varlığı, henüz hakkını savunabilecek bir yaşta olmadığından, bazı hısımları tarafından kendisinin dışlanması şeklinde aralarında hemen paylaşılmış, kendisini bu yönden de yapayalnız hissetmişti.
Çevresindekilere küsmüştü bu yüzden.
Bundan sonra da yalnızlık duygusu onun yakasına sanki bir etiket gibi yapışıp kalmıştı.
Henüz bıyıkları yeni yeni terlediği, delikanlılığa geçiş yapma yıllarında, Enver ve Talat paşaların komplolarla Osmanlı Devletini de 1. Dünya Savaşı’na sokmaları ve tüm Osmanlı topraklarındaki herkes için ilan edilen seferberlik, dedem için kaderinden de bir kaçış fırsatı olmuştu aynı zamanda. Dünya savaşı için ilan edilen seferberliğe hemen gönüllü olarak yazılmıştı...
Sonrasında ise kendisine onur getirmesini beklediği “gazilik” ve “esirlik”le de bu savaş sırasında tanışmıştı. Ama beklediğini bulamamıştı. Onun kazanmayı beklediği onur, Dünya Savaşı’nın sonunda, kaybedilen bir değer olmuştu. Çünkü, koca Osmanlı İmparatorluğu onurunu kaybetmişti. Koca bir ulus, bu savaşın kaybedilmesinin ardından esir edilmek istenmiş, bir ulusun onuru yaralanmıştı. Onun bu savaşta gazi olması ve esir düşmesinin ne önemi vardı ki?
Esirlik hayatı sona ermiş, özgürlüğüne kavuşmuştu ama, bu kez de yurdunu elleri bağlı ve halkını esir alınmış görmüştü. Dünya Savaşı’nın sonrasında kendisine gelen özgürlük, halkına gelen ise tutsaklık olmuştu. Kendisi kurtulmuştu. Ama ya halkının kurtuluşu? Bu yüzden de, esirlik hayatından kurtulur kurtulmaz, hemen Kurtuluş Savaşı’nın içinde yerini almıştı, “Ben böyle özgürlüğü ne yaparım?” diyerek...
Savaştan sonra ise yurdu işgalden kurtulmuştu, halkı özgürlüğüne kavuşmuştu. Ama halkın gerçek kurtuluşu sağlanamamıştı hala. Anadolu halkını bekleyen bir başka tehdit daha vardı bu kez. 10 yıldan fazla bir zamandır süren o savaş yıllarının getirdiği yıkım ve perişanlığın yarattığı olağanüstü yoksulluk... Anadolu halkı, bu kez de yokluk ve yoksulluğun esiri olacaktı..
Emin Dayı da acımasız yaşam koşullarının esiri olmaktan hiç kurtulamadığını fark edecekti böylece. Kendisine onur getireceğini sandığı savaşın sonunun sadece yıkım ve perişanlık olduğunu görmüştü Dünya Savaşı’nda. Gaziliği ve 2 yıllık esirlik yaşamı bir onur belgesi gibiydi onun için. Ama sonrasında yurdunun işgal, halkının esir edildiğini görmek, kendisi için onur peşinde koşan Emin’i, bu kez de halkının onurunu, yurdunun bağımsızlığını kurtarabilmek için bir kez daha, ama bu kez daha anlamlı ve onurlu bir savaşın içine taşımıştı. Bu, kendisi için savaş içinde geçen 8 yıl demekti. Koca 8 yıl.
Kendi onuru için katıldığı Dünya savaşı, ardından halkının onuru için yer aldığı Ulusal Kurtuluş savaşı ile hayatının tam 8 yılını savaş içinde geçirmiş biri ve savaşın anlamlarını çok iyi kavramış bir savaşçı olarak, bu kez yeni bir düşmana, yoksulluğa karşı da yılmaz bir savaşçının onur kavgasını vermeye başladı...
Ama bu kez düştüğü esirlik, onun için bir ömür boyu sürecekti.
Anadolu insanının yazgısı gibi.
Savaş sona erdiğinde görünen manzara, kendisinin yapayalnızlığı ürkütmüştü dedemi.
Kasaba yakılıp yıkılmış, bir kül yığınına dönmüştü. Böyle bir manzara ortasındaki yapayalnızlığı ise savaşlar içinde geçen ömrünün 8 yılında yaşadığı her şeyden daha beter canını yakmıştı. Bir de yokluk ve yoksulluğun esiri olmak gerçeği ile yüz yüzeydi şimdi.
Soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya geldikten sonra, Anadolu’daki tarihsel yaşam çizgisi, şimdi kendisini koca yeryüzünde yapayalnız ve hiçbir şeysiz bırakıvermişti. Oysa malk mülk değil, onur peşinde koşmuştu her zaman. Ama Anadolu halkının savaş içinde geçen son 10 yılının yarattığı acımasız yaşam koşulları onu da birden bire yoksulluğun esiri haline getirince, her zaman atalarının soyluluğu ile övünen, onur kazanmak için çok genç yaşta savaşın içine kendini atan Emin, bundan sonraki hayatına sıfırın da altından başlamak zorunda kaldığı gerçeğiyle yüz yüze gelecekti. Soylu bir ana babanın çocuğu olarak dünyaya gelmek, artık sadece bir teselliydi onun için. Hayatını sıradan ve yoksul biri olarak sürdürmek ise, yaşam tarafından kendisine dayatılan, kabul etmek zorunda olduğu gerçekti. Ama hiçbir zaman içine sindiremediği bir gerçek...
Savaş sonrası başlayan yeni hayatına alışabilmek pek de kolay olmamıştı. Önce sivil yaşama uyum sağlamanın uğraşını verdi. Sonra da ekmek parası kazanmanın. Bu savaşı da kazanmak zorunda hissediyordu kendisini. Kazanmak zorundaydı. Bunun için de, bir gün amelelerin mesken tuttuğu bir sabahçı kahvesinde oturup, dikkat çekip de birilerinin kendisini de çağırmalarını beklemeye başladı...
Hayatını artık bir amele olarak sürdürüyordu Emin. Böyle bir ortamda tanıştığı Gülsün’e de hemen kanı kaynadı. Yazgısı tıpkı kendisininkine benziyordu çünkü. Ve bu yüzden de Gülsün, yürekten bağlandığı tek insan oldu hayatında. Onunla evlendi. Gülsün’ün ninesinden kalma evini onardı, böylece bir eve de kavuştu. Bu kerpiç evde 3’ü kız, biri erkek 4 çocuk babası olarak ve Emin Dayı, Emin Efe diye anılarak sürdürdü tüm ömrünü. Tıklayınız: 'Adını Gülsün koyalım'
Efe ve dayı lakapları, kendisini tanıyanların bir saygı ifadesi olarak kendisine bir hitap tarzı oldu. Ama o hep bir amele olarak yaşamını sürdürmeye, eşi ve çocukları ile birlikte en amansız düşman olan yoksullukla savaşmaya yılmadan devam etmekteydi yine. Yıllar sonra, kendisine gerçekten değer veren biri çıktı. Ve bu kez bir çiftlikte kâhya olarak çalışmaya başladı. Emin Dayı, artık kasabada Alaşehir’deki "Katırlı çiftliğinin kâhyası" olarak tanınmaya başlamıştı.
Bir çiftliğe kâhya olmak bir ödül gibi gelmişti dedeme. Sonradan bir teselli diye nitelendirse de. Çünkü böylece, sıradan bir insan olmadığının fark edildiğini düşünerek teselli olabiliyordu.
Gerçekten de sıradan biri değil, o günün koşullarında sıra dışı diye tanımlanabilecek biriydi dedem. Bir kere okuma yazma biliyordu. Öksüz kaldığında, hısımlarının yaptığı tek iyilik, okumasını sağlamaları olmuştu. Sonra zeki biriydi de. Hem eski yazıyla, hem de yeni yazıyla okuma yazmayı biliyordu. Birazcık da İngilizcesi vardı. Dünya Savaşı’nda İngilizlere esir düştüğünde, esirlik içinde geçen 2 yıllık süre boyunca derdini anlatabilecek kadar İngilizce öğrenmeyi de başarmıştı. Bu ayrıntı da onu o günün koşullarında sıra dışı biri yapıyordu.
Çocukluk yıllarımda kendisini evde hep bir köşede sessiz bir şekilde kendi dünyasına gömülmüş bulduğum zamanlar, çoğunluk elinde bir kalem ve minik bir cep defterinin üzerinde bir şeyler karalarken görürdüm dedemi. Kopya kalemi denilen kalemin ucunu tükürükleyip tükürükleyip defterine özenle bir şeyler yazar dururdu. Bazen eski yazıyla da yazdığından yazdıklarından bir şey anlayamazdım.
Dünya Savaşı sırasında, cephede yanı başında patlayan bir İngiliz topuna ait şarapnel parçasın alnında bıraktığı derin yara izi de, artık onun için kâhyalığının yanında aksesuar olarak onurla taşıdığı bir nişandı. Ayrıca sağ elinin iki parmağı da aynı yaralanma olayı dolayısıyla hafif sakat kalmıştı. Ama ben, dedemin bir nişan diye hep diğer gazilerin yaptığı gibi yakasında bir madalya taşımasını isterdim.
Dedeminse madalyası yoktu. Bunun nedenini sormuştum bir gün.
İlkokul öğretmenimin ilgisini çekmiş, Çanakkale gazisi olduğunu bildiği dedemin neden “gazi madalyası” almadığını ve bazı savaş anılarını da öğrenmemi istemişti.
Anlamlı anlamlı gülerek,
— Benim madalyam var, demişti.
Bu yanıt karşısında çok şaşırdığımı anımsıyorum.
O zamana kadar hiç madalya taşıdığını görmemiştim çünkü. Yanıtına sevinerek,
— Hani nerede, göstersene bana, demiştim.
Hemen kasketini çıkarıp, başındaki yara izini göstermiş ve
— İşte benim madalyam bu... demişti ardından da.
Çocukça bir saflıkla;
— Ama bu madalya değil, sadece bir yara. Madalya gibi taşınmaz ki... demiştim bense.
O zaman dedemin sert ve öfkeli bir ses tonuyla şunları söylediğini anımsıyorum:
— Hayır, taşınır. Ben bu madalyayı her zaman kendimle birlikte taşıyorum. Öteki madalyalar istendiğinde çıkarılıp bir yana konulur. Ama bu madalyayı ben istesem de çıkaramam. O savaşta aldığım yaranın acısı geçti ama izi kaldı. Benim madalyam bu. Ben bu madalyayı mezarımda da kendimle birlikte taşıyacağım. Hem de alnımda...
Öteki dünyada da yine bu madalyası ile birlikte yaşayacağına inanırdı dedem. Kendisine haksızlık yapan, hakkını yiyenlerin karşısına ruhunda da taşıdığı bu madalya ile birlikte dikilip onlardan hesap soracağını söylemişti birkaç kez de...
Gazilik madalyası verilmesi için diğer gaziler gibi niçin kendisinin de gidip başvuru yapmadığını bilemiyorum. Ya da bunun nedenini söylemişse bile bunu şimdi anımsayamıyorum. Belki de onu anlayabilecek yaşta olmadığımdan, söyledikleri tam olarak aklımda kalmamış olabilir. Sanırım böyle bir başvuruda bulunmamıştı.
Ama bildiğim bir şey var ki, o da dedemin dünya nimetlerinde hiç gözünün olmadığıydı. Maddi şeylere hiç değer vermezdi dedem. İçtiği sigara hep Üçüncü sigarası olurdu. Mal mülk edinme gibi bir ihtirası da hiçbir zaman olmamıştı. Mal anlamında hayatı boyunca sahip olduğu tek şey, bir eşekti. Benim çocukluğumda kasabamızda sadece iki eşek arabası vardı. Bunlardan biri dedemindi. O arabayı da, ihtiyarlığı sırasında ninemle birlikte ovaya daha rahat gidip gelsinler diye babam almıştı. O eşek arabasıyla ancak yaşlılığı döneminde artık kendi bağlarına gidip gelmeye başlamışlardı öksüz Emin ile öksüz Gülsün. Oğullarının dişinden tırnağından arttırıp da satın aldığı birkaç dönümlük bağ, onların yaşlılıklarında özenle baktıkları bir hazine gibiydi sanki...
En küçük kızı Nafiye ve torunları ile bir hastahane ziyareti sırasında
Bugünse, dedemi çok iyi anlayabildiğimi sanıyorum. O, hiçbir zaman bir madalya ya da öyle bir ödül istemiyordu. Sadece, doğuştan kendisine ait olan, ama kendisinden zorla çalınan onurunun, kırılan ve incitilen gururunun iadesini istiyordu.
Ünlü düşünür Jean-Jacques Rousseau’nun bir sözü vardır: “İnsan özgür doğar ama her yerde zincire vurulmuştur.”
Dedem de bu gerçek nedeniyle öfkeli bir insandı.
Soylu ve zengin bir ailenin oğlu olarak dünyaya geldikten sonra, kendisine bir yazgı imiş gibi dayatılan gerçekler, sonuçta onu sıradan bir amele, sonra da bir kahya yapmıştı. Ve o, sadece Dünya savaşı sırasında İngilizlerin elinde geçirdiği 2 yıllık esirlik hayatı süresince değil, tüm hayatı boyunca zincire vurulmuş gibi hissetmişti kendini.
Savaşta düşmanın, savaş sonrasında ise yoksulluğun esiri olmuş, savaşta düşmanın ellerine vurduğu, kendi topraklarında ise bazı hısımlarının ayaklarına yapıştırdığı prangalarla yaşamıştı hep. Her iki pranga da aynı amaçla vurulmuştu hem de. Ve bunu da hep “alın yazısı” diye kabul etmesi öğütlenmişti kendisine.
Dedem hayata karşı biraz da bundan öfkeliydi işte.
Kader denilen şeye bir başkaldırıydı onun öfkesi.
Çünkü yaşadıklarının bir kader değil, haksızlık ve sömürü olduğunun farkındaydı...
Ve bir gün, ecel denilen şey yakasına yapıştığında, yakasında değil, o ak alnında taşıdığı madalyasıyla birlikte bu dünyadan ayrıldı. Geride bir miras olarak bıraktığı tek şey, her zaman onurla taşıdığı “soyadı” olmuştu...