Soylu ve varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmiş ninem. Kendisinden birkaç yaş büyük bir ağabeyi vardır yalnızca.
— Öyle güzel bir bebekmişim ki, annem-babam yüzüme bakıp, “Adını Gülsün koyalım. Hayatta mutlu olsun. Bahtı da kendisi gibi güzel olsun!” demişler...
Dünyaya geliş öyküsü işte bu cümleyle birlikte başlamış ninemin: “Adını Gülsün koyalım!”
Ama çocukluk öyküsü ise, ninemin kendi ağzından tek bir cümleyle tamamlanıyor:
— Ama kaderim beni çocukluğumda hiç güldürmedi yavrum!...”
Onun “kaderim” diye tanımladığı acılı yaşam öyküsü ise, Balkan Savaşı sırasında babasını, birkaç yıl sonra ise amansız bir hastalıktan annesini kaybederek öksüz kalmasıyla birlikte başlar...
Ağabeyi ile birlikte ayrı ayrı yerlere büyütülmeleri için verilirler. Öksüz kaldığında küçük Gülsün, sonradan kendisinden hep “nine” diye söz edeceği yaşlı bir kadının yanına verilir...
— Ninem de çok sevdi beni, ne yalan söyleyeyim. Hep üstüme titrerdi... Ama ana-baba sevgisi, onların şefkati bir başkadır yavrum... Ninemin sevgisi hiç onların yerini tutar mı? Ben anne-baba şefkatini hiç yaşayamadan büyüdüm yavrum...
Komşularının ise, hep Rumlardan oluştuğunu, sokakta birlikte oynadığı çocukluk arkadaşları arasında da bir çok Rum çocuğu olduğunu anlatırdı. Aralarında hiçbir zaman farklı ırktan olmaları dolayısıyla anlaşmazlık veya kavga çıktığını hatırlamazdı. Ufak tefek bazı kavgalar ve anlaşmazlıklar olsa da, bunlar, yine kendi deyimiyle, “çocukça şeyler”di.
İşgal dönemini ise, 15-16 yaşlarında yaşamış ninem. O karanlık günlere ilişkin sohbetler olduğunda, yerli Rumların adeta avukatı gibi konuşurdu:
— Bizim komşularımız çok iyiydi. Gavurdular ama, çok iyiydiler. Bana onlar sahip çıktılar, Yunandan onlar beni korudular...
Birlikte evimizde toplanıp da işgal günlerini anan komşularla yaptığı her sohbette, ninemi yerli Rumların adeta avukatlığını yaparken görürdüm. Onun gerçeği böyleydi çünkü.
Rum komşularına sadece iyi bir komşu oldukları için basit bir komşuluk sevgisi değil, minnetle doluydu ninem. Korumacılığına sığındığı Rum komşuları sayesinde hem sağ, hem de temiz kalabilme şansına sahip olabilen aynı yaşlardaki pek az Kasabalı kızdan biri olabilmişti.
— Bir gün ninem telaşla geldi yanıma. Hemen birkaç elbisemle öte berimi bir çıkın içine doldurdu. Çıkını koltuğumun altına verdi. Sonra elimden tuttuğu gibi, birkaç ev ilerdeki Urum (Rum) komşularımızın evine götürdü... Eve geldiğimde komşularımız anlattı: Yunanlılar iyice azmışlar, herkese saldırmaya başlamışlar. Zulüm yapıyorlarmış. Genç kız ve kadınların da namusunu kirletiyorlarmış. Urum komşularımız “Aman sen de pek güzel bir kızcağızsın Gülsün kız. Senin de başına bir hal gelmesin” diye beni evlerinde saklayacaklarını söylediler. Evin benim yaşımdaki küçük kızı da arkadaşım olurdu. Beni bir akrabalarının kızı olarak tanıtacaklardı...”
Burada tam olarak ne kadar zaman kaldığını hatırlayamıyordu ninem. Ama kesin olarak bildiği şey; Rum komşuları sayesinde, Yunan zulmüne, çirkin emelli saldırılarına maruz kalmamıştı. Hele namusuna zarar gelmeden işgal günlerini geçirmiş olmasını büyük bir şans olarak değerlendirir, bu şansı kendisine sunan Rum komşularını minnetle anardı:
— Ben komşularıma laf söyletmem. Onlar çok iyiydi. Gavurdular, ama çok iyiydiler. Benim kimim kimsem yoktu, kim koruyacaktı ki beni? Urum komşular olmasa başıma neler gelirdi, orasını artık Allah bilir...
İşgali yaşamıştı ninem.
Acılı çocukluk yaşamını daha da katmerli bir biçimde kendisine yaşatan bir Anadolu gerçeği olarak. Hem de işgalin en acımasız günlerini bir Rum evinde sığıntı olarak yaşayarak. O günün koşullarında sığınacak başka hiçbir kapı bulamamıştı. Hem kendisinin, hem de “nine” diye söz ettiği, kendisini büyütmesi için yanına verilen o yaşlı kadının sağ kalmasını da, kendi deyimiyle Rum komşularına borçluydular..
Kurtuluş gününü de yaşamıştı ninem...
Tüm Kasabalılar gibi, Türk askerinin Kasaba’ya geldiği o kurtuluş gününü, herkes gibi büyük bir coşkuyla yaşamıştı. Ama bir zaman sonra, kurtuluş sevincini biraz da buruk bir sevinçle yaşadığını fark ediyordu. Yunan işgalciler, Kasaba’yı terk edip kaçarlarken, ninesinin evi de ya-kılıp kül edilen evler arasında kalmıştı. Öksüz Gülsün’ün elinde, bir tek “ninem” diye sarıldığı yaşlı kadın kalmıştı yalnızca.
Yaşadığı bir başka burukluk ise, Rum komşularından ayrılmak zorunda kaldığı gerçeğiydi. İşgalci Yunanlılar, Kasaba’da öylesine zulüm yapmışlardı ki, işgal öncesinde Kasaba halkına teslim olmalarını öğütleyen yerli Rumları da, Türklerin öfkesinden kendilerini koruyabilmeleri için, önce İzmir’e, oradan da Yunanistan ve Girit’e beraberlerinde götürmek zorunda kalmışlardı.
Ama ninem hep aynı şeyi söylerdi:
— Ben komşularıma laf söyletmem. Urumdular ama, iyiydiler...
Ona göre; Rumlar arasında Yunan işgalcilerle işbirliği yapanlar, işsiz güçsüz takımı, çapulcu ve serseri gruplardı sadece...
Kasaba’nın kurtuluşunu yaşamıştı ninem.
Ama ya kendisinin gerçek kurtuluşu? Onun kurtuluşu ne zaman başlamıştı?
Hayatını devam ettirmek ve geçinebilmek için amelelik yapmaya başladı önce.
Pek çok Anadolu kadınınınki gibi, evlilik, onun için de “tek kurtuluş” gibiydi.
Bu nedenle, kendi deyimiyle “yazgısı tıpkı kendisininkine benzeyen biri” ile hayatını birleştirirken, kendi kurtuluşuna doğru da bir adım atmış gibi hissetmişti. İlk zamanlar, 3’ü kız, 1’i erkek 4 çocuk annesi olmak, acılı yaşam öyküsü içinde doğanın kendisine sunmuş olduğu en büyük armağan gibi gelmişti. Tıklayınız: Sessiz gazi
Ama bir süre sonra bir başka mücadele başlıyordu.
Savaş sonrası, tüm Anadolu insanının ortak kaderi, onun acılı ve talihsiz yaşam çizgisinin temel yazgısı gibi yakasına yapışacaktı.
Hem de bu savaşacağı şey, ömür boyu yakasından hiç düşmeyecek gibiydi.
Eşi ve çocuklarıyla birlikte, şimdi daha yaman bir düşmanla savaş içindeydi:
Yoksulluk!...
1990 yılında ölüm haberini almıştım ninemin.
Yaşamı ve ömrü tam bir asır sürmüştü. Öldüğünde 103 yaşındaydı sanırım.
Acılar ve yoklukla, yoksullukla geçen bir asırlık koca bir ömür...
Ve öksüz Gülsün, kendisini ilk kez kucağına alan anne ve babasının o an yüzüne bakıp da,“Adını Gülsün koyalım, bahtı da yüzü gibi güzel olsun” sözleriyle kendisi için diledikleri o güzel ve mutlu hayatı ne kadar yaşayabilmişti? Ninemin, “Kaderim beni çocukluğumda hiç güldürmedi yavrum” sözleri ise, onun acılı yaşam öyküsünün sadece çocukluk bölümünü kapsayan cümlelerdi.
Haberi duyduğum o anda daldığım düşünceleri ve ninemin ölüm haberinin bende oluşturduğu duyguyu çok canlı bir şekilde anımsıyorum. Ölüm haberini aldığımda,
— Bu dünyadan bir Gülsün geçti, diye düşünmüştüm,
— Ama hiç gülemeden...
Hem de koca bir asır boyunca süren ömrüne rağmen, acımasız yaşamın karşısına dayattığı koşullar dolayısıyla, soylu ve varlıklı bir ailenin kızı olarak dünyaya gelmişken, zayıf ve silik bir kişi, önemsiz biri gibi kalmıştı hayatın içinde. Ve önemsizmiş gibi, sanki hiç yaşamamış gibi gelip geçmişti dünyamızdan...
Ama onun yaşadığı ve başından geçen her şeyin, onu sıradan ve önemsiz biri olmaktan çıkardığının da farkındaydım. Mustafa Kemal ve arkadaşları sayesinde bizim yaşamak zorunda kalmadığımız geçmişteki o karanlık ve acılı dönemin “adsız kahramanları”ndan biriydi o da. Yaşadığı ve başından geçen bir çok şey, çok “sıradışı”ydı çünkü. Yaşadıkları, ninemi sıradan biri olmaktan çıkarıyor ve “sıradışı” biri yapıyordu.
Bu yüzden, doğanın kendisine 4 çocuk anası olma gibi bir armağan sunmasından sonra, ben de torunu olarak, bu yazımda gerçek yaşam öyküsünü aktarmakla, “öksüz Gülsün”e “sıradışılık” sıfatını armağan etmeye karar verdim... Işıklar içinde yatsın...