Kaynaklara göre M. Ö. 10. yüzyılda yaşayan Seba Melikesi Belkıs, bir gün Pagos Dağı’nda kurulan Kadife Kale’deki sarayından, İzmir Körfezi’nin doyulmaz, eşsiz güzelliğini seyre dalmışken, bir ara gözü bugünkü Bornova’da denize dökülen, Yunanlıların Hermos, Perslerin Serabad adını verdikleri, günümüzde ise doğduğu yere göre adlandırılarak Gediz adını alan nehirin altın renkli sularına ve bu nehiri kolları arasında kucaklamış gibi görünen etrafındaki zümrüt yeşilliğe takılır. Daha fazla dayanamaz ve atına atladığı gibi Gediz Vadisi'ne varır...
“Tanrıların Dağı” denilen Spil Dağı'nda, başı önüne eğik bir halde oturup ağlaya ağlaya taşa kesilen Niobe’nin gözyaşlarının aka aka ırmaklaşarak, yöreye yayılıp suladığı asmaların koruluğuna dalar. Gördüğü eşsiz manzara karşisında duyduğu zevkle kendinden geçer. Manzaranın eşşiz güzelliğinden büyülenmişçesine kendisinden öyle geçmiştir ki, bu arada, boynundaki inci gerdanlık buradaki dallara takılır ve kopar. İnci gerdanlığın taneleri de dört bir tarafa saçılıp dağılır. Ama Seba Melikesi Belkıs, farkında değildir... Belkıs, ancak sarayına döndükten sonra gerdanlığının boynunda olmadığını farkeder.
Hemen adamlarını çağirir ve öfkeyle şöyle der:
— Çabuk hemen gidin, arayın! Gerdanlığımı bulun! Yoksa her yeri kurutur, ovayı çöle çeviririm!...
Melikenin adamları derhal atlarına atlayıp Gediz Ovası’na giderler. Tüm bir ovaya dağılıp her yeri karış karış ararlar. Ama gördükleri çok şaşirtıcı ve büyüleyicidir. Belkıs’ın gerdanlığındaki inci tanelerinin düştüğü her yerde, bu tanelerin yerinde birbirinden güzel bağlar ve her biri birer kehribar renginde, mis kokulu tanelerden oluşan üzüm salkımları oluşmuştur...
Belkıs’ın adamlarının hepsi de gördüklerinden şaşkın ve adeta büyülenmiş bir halde saraya dönerler. Gördüklerini aynen Melike’ye anlatırlar. Seba Melikesi Belkıs anlatılanlara inanmaz ve eşi Sultan Süleyman’la birlikte atlarına atlayıp, herşeyi bir de kendi gözleriyle görmek için, yeniden gerdanlığının kopup düştüğü Gediz Ovası’na giderler. Adamlarının anlattıkları tıpa tıp doğrudur...
Melike ve Sultan, gördükleri karşisında dayanamaz ve asmaların dallarında oluşmuş sapsarı, kehribar renkli, mis kokulu ve baldan tatlı üzümlerin çekiciligine kendilerini kaptırırlar. Bu üzümlerden doyasıya yerler. Hem üzümlerin tadının gürlüğü, hem de sıcağın etkisiyle susayınca da, biraz serinlemek ve dinlenmek için bir yer ararlar. Ovadaki ulu çinarlarin, salkım söğütlerin gölgelendirdiği, müthiş güzellikte serin suların çagladigi bir pınara varırlar. Pınarın hayat veren sularından içerler. Bir yandan da birbirinden güzel ezgiler şakıyan bülbüllerin seslerini dinleyerek kendilerinden geçerler... Bu sırada Sultan Süleyman, üzüm tanelerini dizerek bir gerdanlık yapar ve bu gerdanlığı Belkıs’ın boynuna takar...
Bir süre sonra, Kadife Kale’deki saraylarına dönmek üzere kalkıp giderlerken, bir de görürler ki; bütün asma dallarında altın yeşili yapraklarla bezenmiş, gerdanlık biçimli, kehribar renkli, güzel kokulu, milyonlarca üzüm salkımları oluşmuştur...
Efsanenin yorumu: Belkıs'ın gerdanlığı efsanesinin yorumu
Efsanenin yorumu: Belkıs'ın gerdanlığı efsanesinin yorumu