Takvimler 1980 yılına aitti.
Gün, 12 Eylül’dü.
Aradan geçen çeyrek yüzyıldan fazla zamandan sonra bile izleri silinmedi hala.
Tarihin de, takvimlerin de utandığı bir gün…
Tank paletlerinin ve postalların geçtiği o yollar, kim bilir kaç kez asfaltlandı şimdiye kadar.
Ama o yollarda duruyor hala utancın izleri…
28 Mayıs tarihindeki konuşmasında "bir gece ansızın gelebilirim” mesajını üstüne basa basa veren 5’li konseyin lideri, cumhuriyet devrimleri ile başlayan Türkiye’nin aydınlanma mücadelesindeki aydınları suçlayıp, kendi çizgisini göstererek, “Ben böyle aydınları ne yapayım” diyordu.
Ne yaptığını ise, tarih bir “utanç belgeseli” diye kendi sayfalarına yazdı netekim.
Bir sonbahar günü geldi ansızın! Gün 12 Eylül’dü.
O zamanın siyah-beyaz ekranlarında, omuzu kalabalık bir adam, her şeyi Türkiye ve demokrasi için, Atatürkçülük adına yaptığını anlatıyordu…
Ama demokrasi de utandı…
Atatürk de…
Yapılan zulmün adını bilerek “Atatürkçülük” koydular.
Yıllardır ekilen Atatürkçülük karşıtı yeşil nefret tohumları daha da filizlensin diye…
Atatürk cumhuriyetinin anıtı olan TBMM feshedildi.
Demokrasi rafa kaldırıldı.
Tüm demokratik sivil toplum kuruluşları, sendikalar, dernekler kapatıldı, yöneticileri hapse atıldı.
Atatürk’ün kurduğu CHP ile TTK ve TDK gibi kuruluşlar da bundan nasibini aldı.
Cezaevleri, Atatürk gençliğinin yatakhanesi oldu.
Demokrasi adına (?) dört bir yana sehpalar kuruldu.
Dört duvar arasına hapsettikleri yetmiyormuş gibi…
Sehpalar utandı...
Duvarlar utandı...
700 bin gözaltı, kuşkulu 400 ölüm, 517 idam cezası, gerçekleştirilen 49 idam, cezaevlerindeki insanlık dışı yaşam koşullarını protesto ederek ölen 42 kişi, 141–142 kurbanı 75 bin kişi, 30 bin sakıncalı piyade, 450 bin sürgün… Yakılan 40 ton kitap, dergi, gazete…
İşte rakamlarla utancın belgeseli!
Rakamlar utandı…
İnsanlık utandı…
Şeriatçı ülkelerde bugünkü idamları kınayan şimdinin demokratları, o günlerde “Ne yani, asmayalım da besleyelim mi?” diyen utancın ressamı karşısında o zamanlarda ise el-pençe divandılar netekim...
Şimdi ise, Atatürk’ün “Her şey olabilirsiniz, hatta cumhurbaşkanı bile, ama asla bir sanatçı olamazsınız” sözüne nazire yaparcasına “Ben olurum netekim” deyip, emekliliğinden sonra “ressamcılık” oynamaya başladı…
Duyduğumuza göre, “nü” resimleri ve portreleri sergilerden hiç eksik olmazmış.
Özellikle portre resim çizmeye pek meraklıymış.
Ama 17 yaşında idam ettirilen Erdal Eren’in portresini bir türlü çizemedi netekim!
Acaba neden bugün o kadar çok portre resmi çiziyor?
İlk çizdiği “12 Eylül” adlı asıl tabloda ne insan, ne de insanlık olmadığından mı? O resimde, ülkenin etrafına örülmüş zırh gibi kalın karanlık bir duvar ve ortasında da sadece kocaman bir sehpa var. Nice genç delikanlıların, başak türküsü genç kızların resimlerine ise, hala kayıp listelerinde ve Umut Otobüsü’nde rastlanabiliyor ancak. Ve Cumartesi Anneleri’nin ağıt dolu türkülerinde birer ezgiye dönüştü adları…
Abidin mutluluğun resmini çizememişti ya!
O ise sadece “utancın ressamı” olabildi!
Tablonun adı: “12 Eylül Netekim”.
Ben ise, yukarıda görüldüğü gibi, yaşatılan vahşetin resmini çizebildim.
Yani, resimlerin dilinden ben de anlarım biraz.
Dolayısıyla, 12 Eylül ressamı hakkında –bu tablosuyla bugün hala övündüğüne bakılırsa- bir iki çift söz söyleyebilirim:
Aslında resim yapmasını pek bilmiyor.
Bir de utanmayı!
Oysa…
Takvimler bile utandı bu günden!
Sussam... Yazmasam... Ne çok ölüm kırılır, ne kadar çok kayıp darılırdı bana!