Doktoru ciddi şekilde kendisini uyardı:
— Devam ederseniz, hayatınız tehlikeye girer!
Kaburga kemiklerinden birini kırmıştı.
Buna karşın Mustafa Kemal, doktoruna karşı çıktı:
— Savaş bitsin, o zaman iyileşirim!
Takvimler 1921 yılını gösteriyordu.
Aylardan Ağustos’tu.
Yer ise Karadağ...
Emperyalist devletlere ve onlarla işbirliği halindeki saray ve yönetimine karşı Anadolu İhtilali’ni başlatan Mustafa Kemal, 22 Mayıs 1920’de yoğun bir saldırıya geçerek Afyon’a kadar ilerleyerek bu bölgeleri işgal altına alan Yunan ordusunun, 1921 yılının başlarında, İtilaf devletlerinden aldıkları cesaretle yeniden top yekun bir saldırıya geçerek Ankara’ya kadar ilerlemek istemeleri karşısında, pek çok riskleri göze alarak, ne pahasına olursa olsun, bu ilerlemeyi durdurmak amacıyla onları emrindeki ordusuyla Sakarya’da karşılayacaktı.
Anadolu İhtilali’nin lideri Mustafa Kemal, Ankara’da kurulan TBMM’nin başkanı seçildikten sonra, Sakarya’da ordularının başına “Başkomutan” sıfatıyla çıkacaktı.
Başkomutan Mustafa Kemal
5 Ağustos 1921’de, Yunanlılar, Sakarya vadisinde Türklere son ve öldürücü bir darbe indirme hazırlığı yaparken, Mustafa Kemal, entrika ve anlaşmazlık içindeki Meclis’te kürsüye gelerek haykırmıştı:
— Türkiye bir kez daha ölüm tehlikesiyle karşı karşıya. Zaman, harekete geçme zamanıdır. Tartışma ve nutuklarla oyalanma zamanı değil! Arkadaşlar, Başkomutanlık görevinin Meclisin yetkileriyle beraber bana verilmesini istiyorum..." (M. Kemal Atatürk - Nutuk)
“Askerim benim arkamdan gelmeye kararlıdır” diyordu Mustafa Kemal.
Bu sözler etkisini de gösterdi.
Anadolu İhtilali’nin merkezi halindeki Ankara’da, emperyalist işgalcilere ve onların kuklası durumundaki Osmanlı sarayı ve İstanbul hükümetine karşı ihtilalcilerin oluşturduğu “Ankara Hükümeti”ni temsil eden TBMM, ihtilalin lideri Mustafa Kemal’e mutlak yetkiyi verdi. Şimdi o, TBMM’nin seçilmiş ilk başkanı olmanın yanında, bu meclis tarafından seçilmiş bir Başkomutandı da...
Böylelikle Mustafa Kemal, devleti kukla devlet, halkı da esir bir halk haline getirilmek istenen, toprakları yağmalanan, emperyalist işgal ve sarayın işbirlikçi yönetiminin boyunduruğundaki bir halkın, bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesinin doğal ve mutlak önderi konumuna da gelmiş oluyordu.
Yetkilerini derhal kullanmaya başladı Mustafa Kemal.
Orduya donanım sağlamak üzere bazı ihtiyaç mallarına da el koyulması kararı aldı. Parası sonradan ödenmek koşuluyla; halkın elindeki kumaş, deri, yiyecek, akaryakıt ve daha başka çeşitli eşya stoklarının, yüzde kırkının orduya verilmesini istedi. Halka, orduda kullanılabilecek her türden silah ve donanımı orduya teslim etmesini bildirdi. Öküz ve at arabalarının yüzde onunu, binek ve taşıt hayvanlarının yüzde yirmisini aldı. Bütün demir ve döküm atölyelerinde sayım yapıldı.
Mustafa Kemal, üzerlerine çöken tehlikeyi, herkesin daha yakından duyabilmesi için, her evden birer kat çamaşır, birer çift çorap ve çarık da istiyordu. Bu savaş, Mustafa Kemal’in gördüğü gibi, top yekün bir savaştı. Ve bu, on yıldan bu yana sıcak savaşın içinde olan, ama yüzyıllardır da savaşla içiçe yaşamayı bir yazgı gibi kabul etmek zorunda kalan çilekeş Anadolu insanı için “yeni bir seferberlik” demekti. Ama onurlu bir seferberlik... Hem de bu kez kendi topraklarında bir seferberlik...
Bir sabah uyandığında, yurdunu kolları bağlı bir durumda bulmuştu Anadolu insanı. Anadolu’nun üstüne kara bir bulut çökmüştü. Mitolojik çağda “Küçük Asya” diye adlandırılan, daha sonra ise Bizanslılarca “Güneşin doğduğu ülke” anlamına gelen “Themata Anatolia” adı verilen topraklar üzerinde, şimdi “Yeni Bizans hayali” adına, güneş karartılıyordu. Güneş, imdat istiyordu...
Büyük umutlarla yaşadıkları topraklar, işgal altındaydı. İşgalle birlikte onları bekleyense, kendi topraklarında kölelik ve esirlikti... Zulümün, sevdaları da vurduğuna tanık oldu Anadolu insanı. Umut ise, sürgüne gönderilmiş bir elçi olmuştu bu karanlık içinde...
Ama... Büyük şairimizin dediği gibi, sonunda dertlerinden anlayan biri düşmüştü işte önlerine. Kavgası onlar içindi, savaşı onlar adına başlatmıştı. Yüzyılların ezikliği, perişanlığı ve sömürüsünün ardından, bir de kendi topraklarında esir edilmek istemelerine razı mı geleceklerdi?
Sonunda, onlar da “gayrık yeter!” dediler. Tıpkı ışığa aşık pervaneler gibi, toprağa aşık Anadolu köylüsü, zorlu yolda bir güneş gibi parlayan Mustafa Kemal’in saçtığı ışığın ardına düştü. Arabaları, kağnıları, atları, öküzleri, karıları, çocukları, kızları, anaları, bacılarıyla... Silahları yoksa da kazmaları ve kürekleriyle... Kazmaları ve kürekleri eritip kurşun yaptılar. Saban demirlerini ise kılıç. Ankara’daki demiryolu atölyesi, bir süngü ve hançer fabrikası haline sokulmuştu... Bir tek bozuk silah kalmaması için her yerde tamir atölyeleri kuruldu... Evlerdeki kilimler cephedeki askerler için kaput oluyordu. Gaz tenekeleri ise ilaç kutusu... Çünkü bu savaş, halkın savaşıydı. Kendi topraklarında esir edilmek istenen bir halkın onurlu bir savaşı.
Toprağa sevdalı Anadolu köylüsü, sonunda “gayrık yeter” diyerek başkaldırıyordu. Bir kez daha dövüşecekti. Ekmek ve umut uğruna. Ama bu kez bağımsızlık ve kurtuluş savaşı ile de bütünleşmişti kavgası. Ve Anadolu köylüsü, şimdi iki kat daha fazla soyulmamak için de savaşacaktı. Kentlerde ve köylerdeki varlıklı eşraf, tüccar ve daha başka kimseler, hatta resmi görevliler bile ailelerini ve servetlerini alarak daha güvenli kentlere göç etmeye başlarken, Anadolu köylüsü ise, tarih boyunca kendilerine en çok değeri veren adamın, Mustafa Kemal’in peşinden ışığa, kurtuluşa ve umuda doğru yürüyordu. Kağnılarının gıcırdayan sesleri eşliğinde...
Bir kaya dibinde canlanan anılar...
Mustafa Kemal, şimdi Başkomutan’dı. Ve cephedeydi.
Karargahını Ankara’nın 80 kilometre kadar güney-batısında, demiryolu üzerindeki Polatlı’da kurmuştu. Buraya varınca, atıyla, çevreye hakim bir tepe olan Karadağ’a çıktı. Bu tepeden düşmanın izlemesi muhtemel olan hücum yönünü görebileceğini düşündü. Atından indi. Civarı en iyi görebileceği bir yerde durdu. Gözlerini kısarak, bir süre çevreyi taramaya başladı. Bir sigara yaktı. İlk nefesi derin bir şekilde çekerken, aynı anda düşünceye de dalmıştı. Anadolu’da başlattığı başkaldırının en zorlu geçtiği sıcak savaş içindeki son bir yıl, gözlerinin önünden bir film şeridi gibi geçmeye başlamıştı:
Sevr Antlaşması’nın imzalanmasının ardından gelen, yüzyıllar boyu emekle, kahramanca bir mücadeleyle uygarlıklarını en yüce seviyeye çıkararak kurdukları, yaşattıkları, dünyaya hükmettikleri bir Dünya İmparatorluğunun yıkılışıydı. Osmanlı Hanedanının son padişahı VI. Mehmet Vahidettin ise, artık, ikinci bir darbeyle siyasi tarihten silebileceği bir gölgeden başka bir şey değildi.
Bu ümitsiz günlerde, altı yüzyıllık bir imparatorluğun yıkıntısı üzerinde, kargaşa ile, iç savaşla, Yunan istilasıyla, bir takım isyanlarla da mücadele etmek zorundaydı. Kendilerine karşı silahlandırılarak üzerlerine saldırtılan çeteler kendi kanlarında boğularak yok edildi. Üzerlerine gönderilen Halifenin Şeriat Ordusu dağıtıldı, bozguna uğratıldı. Fransızlar geri püskürtüldü. İtalyanlar denize döküldü... (İhtilaller ve Darbeler Tarihi-1968, Cem Yayınevi, Sf: 222)
Sonra, en önemlisi düzenli orduya geçişleri olmuştu...
Ama bundan önce, 1. Dünya Savaşı’nda İtilaf devletleri arasında yer alan, sonrasında ise bir devrim yaşayarak “çarlık rejimi”ni yıkan Bolşeviklerin iktidar olduğu Rusya’nın, dünyada ilk kez emperyalizme karşı verilen mücadele dolayısıyla şimdi kendi yanlarında “ilk” ve “tek” devlet olarak desteğinin alınması da önemliydi.
Sovyet Rusya ile yapılacak görüşmeler için 11 Mayıs 1920’de hareket eden Bekir Sami Bey başkanlığındaki heyet, 19 Temmuz’da Moskova’ya varmış, Sovyet yetkililerle Moskova’da yapılan görüşmeler 24 Temmuz ile 24 Ağustos’a kadar 1 ay boyunca sürmüştü. Varılan sonuç, ufak tefek bazı pürüzler dışında olumluydu. O küçük pürüz de, Sovyet Devrimi’nin lideri Lenin’in bizzat kendisine çektiği telgrafla giderilmişti. Lenin, emperyalizme karşı dünyada mücadele veren ilk ulus olan Türklerin desteklenmesinde kararlıydı.
Yunanlıların genel saldırıya geçtiği 10 Ocak 1921’den önce, 22 Eylül 1920’de Sovyet Rusya’nın gönderdiği ilk silah kafilesi Trabzon’da teslim alınmıştı. Bu, Yunan işgalcilere karşı alınan ilk önemli zaferde önemli bir destek olmuştu. Lenin’in telgrafının ardından, 3 gün sonra, 10 Ocak 1921’de kazanılan bu zaferin adı: Birinci İnönü Zaferi’ydi.
Ama 21 Ocak günü yeniden başladı Yunanlıların saldırısı. Hem de Türkleri yok etme hedefiyle. Bu kezki ikinci zaferin adı da yine aynı olacaktı: 2. İnönü Zaferi...
1 Nisan şakası değildi bu. 1 Nisan 1921 günü İnönü’de kazanılan bu zafer, artık arkadaşları arasında iyiden iyiye parlamaya başlamış olan İsmet Paşa’nın (İsmet Bey, 1. İnönü Zaferinden sonra Paşa olmuştu) dehasının yarattığı, ardarda tekrarlanan zaferdi. İnönü’de gelen zaferler, ne büyük zaferlerdi ama... Yunanlılar, yenilgiyi kabul ederek, geldikleri gibi hızla, Bursa yolundan kaçmışlardı...
İnönü’deki ilk zaferden sonra, İtilaf Devletleri ile Londra Konferansı’nda yapılan görüşmelerde de İsmet Paşa yer almıştı. Burada da savaşlarının ruhunu ve onurunu yansıtmıştı İsmet Paşa. Sevres Anlaşması çerçevesindeki istediklerini İsmet Paşa’ya kabul ettiremeyen Lloyd George ve Lord Curzon açık tehditler savurup, “bize muhtaç olacaksınız” derken, İsmet Paşa’nın “Biz bu paçavrayı imzalamayız” yanıtıyla geri adım atmak zorunda kalmış ve Sevres Anlaşması’nda bazı değişiklikler yapmayı önermişlerdi. Bu, İsmet Paşa’nın diplomasi alanındaki ilk başarısı da olmuştu aynı zamanda.
Ama... Venizelos ve Yunan dostu Lloyd George’un verdiği destek sayesinde, Yunanlılar, bu kez 23 Mart’ta yeniden Bursa ve Uşak’tan saldırıya geçmişlerdi. İsmet Paşa, Yunanlılara ikinci tokadı da, 1 Nisan günü, yine İnönü’de vurmuştu. Ne tokattı ama...
O sırada savaşı izlemek için Yunan cephesinde bulunan Amerikalı ünlü yazar ve savaş muhabiri Ernest Heminway, gördüklerini şöyle anlatacaktı:
“Yunan topçusu, yeni gelmiş, hiçbir şey bilmeyen Constantine subayları komutasında hücuma geçtikleri yerde, Türklerin inanılmaz direnişi karşısında kapıldıkları şaşkınlıktan, kendi asıl kuvvetleri üzerine ateş açmıştı. İngiliz gözlemcisi, çocuk gibi ağlıyordu. Hayatında ilk olarak, burunları ponponlu sivri pabuçları havaya dikilmiş, beyaz bale eteklikli ölülere rastlıyordu. Türkler, sımsıkı, yığın halinde koşarak geliyorlardı.”
İngiliz gözlemci ile birlikte Hemingway, “ciğerleri patlayıncaya ve ağızlarına acı bir tad doluncaya kadar” koşup, kayaların arasında saklanmışlar, Hemingway, son manzarayı, bu kayalıkların arkasından izlemişti: “Türkler, durmadan üstümüze doğru geliyorlardı, daha büyük yığınlar halinde...” (Ernest Hemingway-Klimanjaro’nun Dağları)
Sonra, bu büyük zafer üzerine, artık “paşa” diye seslendiği İsmet Bey’e TBMM’den gönderdiği telgrafı anımsadı Mustafa Kemal: “Bütün dünya tarihinde, sizin İnönü meydan muharebesinde üzerinize aldığınız vazife kadar ağır bir ödevi yüklenmiş komutanlar çok azdır. Ulusumuzun istiklal ve hayatı, dahiyane idareniz altında şerefle vazifelerini gören komutan ve silah arkadaşlarınızın kalp ve mahiyetine büyük emniyetle yaslanıyordu. Siz orada yalnız düşmanı değil, ulusun makus talihini de yendiniz. İşgal altındaki bedbaht topraklarımızla beraber bütün vatan, bugün en uzak köşelerine kadar zaferinizi kutluyor. Düşmanın işgal hırsı, azim ve hakimiyetinizin yalçın kayalarına başını çarparak paramparça oldu...”
'Gordion düğümü' çözüm bekliyor
Şimdi, Karadağ’da düşmanın hareketlerini izlerken, bulundukları hassas durumu bir kez daha gözden geçiriyordu: “Evet, bu zafer, yalnızca ulusumuzun makus talihinde bir dönüm noktası oldu. Ama nihai bir zafer olmaktan uzak” diye düşündü. Megalo-idea düşüncesinin adeta bir robotu haline gelen Yunan ordusu, Türkleri Anadolu’dan tamamen silebilmek hırsı ile yeniden, kesin ve bitirici son bir darbe vurmak amacıyla saldırıya geçmişti işte... Hem de öncekilerden daha azgın ve kararlı biçimde. Venizelos iktidardan düşmüştü, şimdi Constantine dönemiydi. Ama kendini kanıtlamak amacındaki kralın adamları, Venizelos’tan daha fazla Venizelosçu çıkmışlardı. Constantine, savaşın hedefini ulusal direnişin kalbi, Anadolu İhtilali’nin kabesi “Ankara’ya!” diye ilan etmiş, Yunanlılar 13 Ağustos 1921’de yeniden saldırıya geçmişti.
Bu öyle bir hırsla yapılan saldırıydı ki, İngiliz irtibat subayları daha şimdiden kendisini, kendi şehri Ankara’da verecekleri zafer yemeğine davet ediyor, Atina basını, bu istilanın Büyük İskender’in seferlerine benzediğinden dem vuruyor, “Yunan orduları bir kez daha onun yaptığı gibi ‘Gordion düğümü’ kesecek ve böylece Asya’da bir imparatorluk kuracak” hayalleri ve senaryoları yazıyorlardı. Gordion, tam ilerleyecekleri hat üzerindeydi...
Sakarya’nın kenarında, Ankara’nın Polatlı kazasının yakınında, boyutları 500x350 metre olan alçak ve yassı bir tepenin üzerindeki antik Gordion kentinin tarihi, M.Ö. 3. Bin yılın ikinci yarısında (eski Bronz çağında) başlıyordu. Orta Bronz ve Geç Bronz çağlarında da şehrin varlığını sürdürdüğü görülmüştü. M.Ö. 2000-1200 arasındaki devreyi, Asur kolonistler çağı, eski Hitit krallığı ve Hitit imparatorluk çağı temsil etmişti. M.Ö. 9. Yüzyılda Frigler, Gordion’u merkez yaparak buraya yerleşmiş, krallıklarını kurmuşlardı. En parlak dönemini bu dönemde yaşamıştı Gordion. Bu nedenle de tarihte Frigler’in başkenti olarak ün yapmıştı.
Lidya uygarlığı döneminde yapılan tarihi Kral Yolu (Kervan yolu) da buradan geçiyordu. (Gordion’un bugünkü Yassıhöyük olduğu da ileri sürülmektedir.) Kentin adının Frig kralı Gordios’tan geldiğinin de sanılmasına karşın, bu çağa ait kaynaklarda bu ad geçmediğinden, kralın adının bu şehrin adından türediği de ileri sürülebiliyordu. (Meydan Larousse, Cilt: 5, Sf: 230, 231)
Gordion adının “kördüğüm”den türediğine ilişkin de halk dilinde bir söylenti vardı. M.Ö. 333’de, Makedonyalı Büyük İskender’in ünlü “kördüğümü kesme” hikayesi de, burada, Gordion’da geçmiş gerçek bir olaydı.
Önüne çıkan bütün devletleri yenen, bütün Asya’yı kapsayan bir imparatorluk kuran ve o dönemde Küçük Asya olarak tanımlanan Anadolu’yu da kendi krallığına katmak isteyen Büyük İskender, bu mitolojik dönemde hakkında çıkarılan efsanelerle (Zeus’un oğlu olduğu gibi), bir imparatorun ünvan olarak ulaşabileceği en üst konuma yükselmiş, kendisine firavunların ünvanı verilmiş, hatta yarı-tanrı gibi adlandırılmıştı.
Ama Gordion’da asıl amacına ulaşabilmesi için devrin ünlü kahini tarafından önüne koyulan “kördüğümü” çözmesi gerekiyordu. Seferlerinde kendisine hep bilginler ve düşünürler arkadaşlık eden, Aristotales’in de öğrencisi olan İskender, bu karmaşık kördüğümü kılıcını vurup kesmiş ve bu olay, bir efsane olarak tarihe “İskender düğümü” ve “İskender’in kördüğümü kesmesi” olarak geçmişti.
Ama şimdi Yunanlıların aynı hatta ilerleyişini, bu “Gordion düğümünü kesme” olayının tekrarı gibi bir benzerliğe dönüştürenlerin unuttukları bir şey vardı: İskender, eninde sonunda, kahinin şartını yerine getirememiş, düğümü çözemeyerek kesmek zorunda kalmıştı.
Kördüğüm kuralına göre çözülememişti. Kaba kuvvet ve zorbalık gösterisi yansıtan bir anlamda, kılıçla kesilmişti sadece. Yani, Anadolu’yu zorla ele geçirip, sömürgeleştirmek istemişti. Devrin ünlü bilgini Diyojen’in İskender’e söylediği o ünlü “Gölge etme, başka ihsan istemem” sözünde de bu anlam gizlidir. Sonuçta da, böylece, Constantine’in şimdi heveslendiği işi, yani “Batı Anadolu’yu krallığına katmak” işini de o devirde başaramamıştı Makedonyalı Büyük İskender...
Yanıldıkları bir başka konu daha vardı: Bu kez Gordion düğümünü çözmesi gereken Makedonyalı, Konyalı bir Türkmen olan, Akıncı Beyi Kırmızı Hafız’ın torunu Mustafa’ydı. Yani; katıldığı hiç bir savaşı kaybetmeyen, 1. Dünya Savaşı’nda Osmanlı ordusu yenik sayılırken bile, kendisi “Anafartalar ve Gelibolu kahramanı” diye adlandırılan, şimdi ise kendi anayurdunda emperyalizme ve emperyalist işgale karşı bağımsızlık ve kurtuluş mücadelesi veren ulusal direniş hareketinin “Başkomutanı” olan Mustafa Kemal...
Şaşırtıcı bir şekilde, Anadolu’nun kaderi bir kez daha tarihi olarak aynı durakta, Gordion’da kesişiyordu. “Gordion düğümü” bir kez daha çözüm bekliyordu: Anadolu’nun gerçek sahibi kim olacaktı?
Bir kez daha, toprakları işgal, kendisi esir edilmek istenen halkının onuru için giriştikleri savaşlarının içinde bulunduğu durumu ölçüp biçmişti şimdi. Savaşın en kritik dönemecinde, 2 yıl önce Havza vadisinde yürürken söylediği o romantik şarkının “yürüyelim arkadaşlar...” sözleriyle bir ritim içinde başlattıkları “Kuvvayı Milliye yürüyüşü”nün en hassas noktasına gelindiğini, şimdi düşmanın bu son azgın saldırısının olası manevralarını izlemek için çıktığı Karadağ’ın bir kayalığı dibinde, bir kez daha fark etti Mustafa Kemal.
Mücadelede gelinen bu hassas nokta, tam anlamıyla bir “olmak ya da olmamak” meselesi durumundaydı. Karadağ’daki kayalıktan, uzakta görülen tarihi Gordion kentine gözler takılı bir halde, Meclis’ten kendisine tüm yetkilerle, tüm orduların başkomutanlığını verilmesini istemekte bu yüzden ne kadar haklı olduğunu düşündü.
Şimdi, bir Başkomutan olarak, cephede, Karadağ’da, hedefleri Ankara’ya doğru bir rota üzerinde ilerleyen düşmanın hareketlerini izliyordu...
Herşey, o kaya dibinde bir film şeridi gibi, gözlerinin önünden geçip gitmiş, yeniden bulunduğu ana dönmüştü.
Sonra tekrar geriye döndü.
Atına doğru ilerledi.
Biraz efkarlanmıştı.
Atına binerken, yine bir sigara yaktı...
Hayvan, karanlıkta çakan kibritin alevinden ürkerek geri bir hamle yapınca, Mustafa Kemal şiddetle yere düştü. Acıyla sarsıldı bir an. Kaburga kemiklerinden biri kırılmıştı. O an duyduğu acı, bir süre için ciğerlerini sıkıştırarak, nefes almasına ve konuşmasına engel oldu.
Doktoru, devam etmesi durumunda hayatının tehlikeye girebileceği uyarısında bulunmuştu ama, nasıl durabilirdi ki? Bu yüzden:
— Savaş bitsin, o zaman iyileşirim... olmuştu yanıtı.
Tedavi için Ankara’ya dönmüştü Mustafa Kemal.
Ama 24 saat sonra, yine cephedeydi.
Yarası ona acı veriyor, güçlükle yürüyebiliyor, çok defa bir masaya dayanarak dinlenmek zorunda kalıyordu. Bu kaza, halk arasında ise, dallanıp budaklanmıştı: Daha asıl büyük savaş başlamadan Başkomutanın hareket edemez hale gelmesi hayra alamet değildi...
Ancak, bu çeşit bir kazayı bile propaganda yararına kullanabilmek de mümkündü. Askerler arasında, Mustafa Kemal’in, “Bu, Tanrı’nın bir işaretidir. Kemiğim nasıl kırıldı ise, düşmanın da direnci aynı yerde kırılacaktır” dediği, bir söylenti olarak dolaşmaya başlamıştı...
Başkomutan Mustafa Kemal sonradan Sakarya adını verdiği atı ile birlikte
Sakarya Savaşı öncesi, işte böylesi bir atmosferdi yaşanan... Sakarya Meydan Savaşı, Mustafa Kemal tarafından "çok büyük ve kanlı savaş" anlamına gelen Melhame-i Kübra ifadesi ile anılan, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nın önemli bir savaşı ve zaferlerinden biri oldu.
Sakarya Meydan Savaşı, Kurtuluş Savaşı'nın dönüm noktası sayılır. İsmail Habip Sevük, Sakarya Zaferi'nin önemini, "13 Eylül 1683 günü Viyana'da başlayan çekilme, 238 sene sonra Sakarya'da durdurulmuştur." sözüyle tanımlamıştır.