Hayatımda hiç unutamadığım biriydi o. Her kes için bir efsane olsa da benim için gerçeğin ta kendisiydi Manisa Tarzan’ı.
Okula başlama yaşım geldiğinde babamın tayini Manisa’ya çıkmıştı. Demir Yollarında çalışırdı babam. Memuriyeti sebebi ile sıklıkla tayinimiz çıkar, tam bir şehre alışmışken tası tarağı toplar tanımadığımız diyarlara göç ederdik. Her seferinde de ağlayarak ayrılırdık bulunduğumuz şehirden. Bu seferde öyle olmuştu. Dün gibi hatırlarım Manisa’ya ilk geldiğimiz o günü. İnanılmaz heybeti ile ilk gözüme çarpan Spil Dağı'ydı. Sanki kucağına düşmüşüm gibi sarıvermişti beni o dev gövdesine. Onun eteklerinde geçecekti artık bütün günlerim. Onun gölgesinde büyüyüp serpilecektim. İlk gördüğümde çok ürkütücü gelmişti bana Spil. Daha sonraları öyle alıştım ki görüntüsüne, geceler boyu ona bakarak hayaller kurdum. O, odamın penceresinden içeri izinsiz giren davetsiz bir misafir gibi doldururdu her yeri.
Ege’nin özelliğini taşıyan palmiyelerle süslü bir bahçemiz vardı. Fıskiyeli havuzumuz, etrafı şebboy ve akşamsefaları ile bezenmiş bahçemizin güzelliği anlatmakla bitmezdi. Zümrüt yeşili koruk salkımlarının sarktığı asmalı çardak altında geçerdi bunaltıcı yaz gecelerimiz. Annemin yaptığı buz gibi koruk şerbeti ve gelincik şurubundan içerek serinlerdik. Manisa da içtiğim suyun tadı bile bir başkaydı. Çünkü oraya has bir bitki olan ful çiçeklerinden atılırdı cam damacananın içine. Ve bu çiçeğin kokusu inanılmaz bir lezzet verirdi suya.
Efsunlu bir masal ülkesiydi sanki Manisa’m. Çocukluğumun en güzel günlerini burada geçirecek, burada okuma yazma öğrenecek ve burada terk edecektim çocukluğumu. Ve herkese efsane, bana gerçek olan Tarzan’ı burada tanıyacaktım.
Yerleşeli daha bir iki gün olmuştu demiryolu lojmanına. Alışkın değildik bu kadar bunaltıcı sıcağa. Yerleşmemiz bitince kendimizi parka zor attık. İşte ilk orada rastladım Tarzan’ıma.
Tarihe geçmiş bir efsane, bana ise çocukluğumun en güzel armağanıydı o. O tarihler Tarzan filmlerinin en revaçta olduğu yıllardı. Ancak sinemada seyrederdik bunları. Bu gördüğüm gerçeğin ta kendisi idi. Ne kadar şaşırmış, ne kadar heyecanlanmıştım onunla karşılaşınca. Çok etkileyici bir görüntüsü vardı, vakur ve heybetliydi, dehşet bir güzellikti adeta.
Üzerinde sadece siyah bir şort, beline sokulmuş bir kama ve ayakları çıplaktı. Dalgalı ve siyah saçları simsiyah sakalları ile aynı hizada bırakılmış ıslak ve arkaya taralıydı. Bu ona inanılmaz bir cazibe katıyordu. Vücudu bir Tarzan’a yakışacak kadar kaslı ve dimdikti. Çıkık elmacık kemikleri ile Arap bir bedeviyi anımsatıyordu yüz hatları. Manisa’nın o kavurucu sıcaklığından değil, kendi rengiydi teninin esmerliği. Onu tanıdığımda 60 yaşlarında olduğu söyleniyordu. Ama yeni yetme delikanlılar bile yarışamazdı onunla.
Hayatı ve geçmişi ile ilgili gerçek bilgiyi kimse bilmezdi. Hep değişik rivayetler çıkardı hakkında. Kimse de gerçeği kendisine sormaya cesaret edemezdi. İsminin Ahmed Bedevi olduğunu bilirdik. Bir rivayete göre Arabistan’da idama mahkûmu olan bir tutukluymuş. Memleketinden firar edip senelerce Manisa dağlarında saklanmış. Manisalılar onu görünce uzun süre bakıp benimsemişler ve sahiplenmişler. O da kendini bu şehre adamış, bu kurak şehri adeta tropikal bir ormana çevirmiş.
Anlatılan başka bir rivayet ise, bir valinin kızına sırılsıklam âşık olduğuydu. Vali, kızı ile evlenmeleri için takım elbise giymesini şart koşmuş. Aşkı için valinin bütün şartlarına evet dese de tam nikâh vakti gelince elbiseleri çıkardığı gibi yine o çok sevdiği dağlarına koşmuş. Ve bir daha dağlardan hiç aşağı inmemiş. İşte onun hakkında bilinenler bundan öteye gitmezdi. Tek bilinen onun kendini Manisa’ya adadığı ve Spil dağında yaşadığı idi.
Orada tek başına bir mağarada kalır isteyen herkes gidip yaşadığı yeri görebilirdi. Sadece gazete yayarak yaptığı yatağını herkes hayretle seyrederdi. Kendisine armağan edilen yatak ve yorganları kabul etmez, o bir Tarzan gibi yaşamayı tercih ederdi. Sadece çok soğuk günlerde üzerine yine gazete örterek korunduğu söylenirdi.
Ona günün her saatinde çeşitli yerlerde rastlardık. Ama bizlere, yani çocuklara ayırdığı vakit okul çıkışı saatleri olurdu. Eve gelip önlüğümüzü çıkardığımız gibi birkaç lokma atıştırır, doğruca parka koşar onu beklerdik.
Bunaltıcı sıcakların soluk aldıracak tek yeriydi Manisa parkı. Ve saat 5’e doğru Tarzan’ımız çiçeklerine bakmak üzere parka girer bizler de koşarak ona sarılırdık. Sevecen ve çok sıcaktı, en az çiçekler kadar çocukları da severdi. Bizleri etrafına toplar, çevre sevgisi hakkında bilinçlendirirdi. Tabii o zamanlar bunun farkında bile değildik. Ama şimdi düşünüyorum da kim bilir benim gibi kaç kişiye çevre sevgisi ve tabiat aşkını aşıladı.
O şehirde çiçeklere kimse ellemez, koparan da anında Tarzan’ı karşısında bulurdu. Öyle Tarzan dediysem sosyal olmayan birini de sakın düşünmeyin, çünkü şehre gelen hiçbir filmi kaçırmazdı. Televizyonun olmadığı o yılları düşünürseniz açık hava sinemalarının da ne kadar rağbet gördüğünü tahmin edersiniz. İşte genellikle sinemada arkanızı dönüp makine dairesine baktığınızda ayaklarını açmış heykel gibi yüksekte duran Tarzan’ı mutlaka görürdünüz. Tabi ki bir ayrıcalığı olacak onun. Bilet alıp sandalye üstünde film seyredecek değil ya. Film biter bitmez onun görevi başlar itfaiye arabaları ile şehrin bütün ağaçlarını sular ve yapraklarını itina ile yıkardı. O sanki tek başına bir orduydu, herkes ona hayran, her kes ona yardımcıydı. Zaten para falan kullanmazdı, çünkü kimse ondan para talep etmezdi ki. Tam tersine esnaf kendisine gelsin diye onun peşinden koşardı. Çok sevilirdi, hiç kimsenin sevilmediği kadar sevilirdi. Yalnız kendisine ısrarla bakan bir yabancı gördü mü ona cevap vermeden geçmezdi. Bakan kişinin yanına sokulur “Birine mi benziyorum” diye sorardı.
İşte en çok beklediğimiz zamanlardı Milli Bayramlar. Çünkü o kortejin en önünde üstü açık bir arabada ayakta durup halkı selamlayarak geçer, o an da ellerimiz kızarıncaya kadar onu alkışlardık. Esmer teninin üzerine kırmızı bir kurdele takar ve bu kurdelenin üzerinde o güne kadar aldığı bütün madalyaları sıralardı. Simsiyah saçları ve o sert görünüşüne kırmızı kurdele çok yakışır azametine azamet katardı.
Asıl güzellik de bundan sonra başlardı. Onu tören alanında uğurladıktan sonra gözler hemen Spil’in zirvesine odaklanırdı. Çünkü oradan ayrılınca doğruca dağa koşar, herkesin meraklı bakışları önünde zirveye tırmanır, şanlı Türk bayrağını Spil’in en üst noktasına dikerdi. O an anlatmakla olmaz, ancak yaşanır. İşte meydanda bayrağın zirveye dikilmesiyle bir uğultu kopar alkışlar neredeyse hiç susmayasıya devam ederdi. Her sene kaç dakika süresinde zirveye tırmandı muhabbetleri de bitmez halkın gündemini oluşturur, günlerce sadece bu konuşulurdu. Ramazan geldiğinde de yine topu dağdan o ateşler iftar vaktimizi şenlendirirdi. Yani hayatımızın her anında o vardı. Manisa haklı onunla yatar, onunla kalkardı.
Manisa cennetten bir köşeydi sanki o zamanlar. Merkez Efendi'nin himmetine bürünmüş, padişahlar, şehzadeler şehri Manisa. Mimar Sinan’ın da eserleri ile daha da bir tarihsel güzelliği vardı buranın. Mesir macunu ile herkese şifa dağıtan ilahi şehrim benim. Yeşil bir abaya bürünmüş, kar düşmeyen Spil dağı ile kucaklaşmış şehrim. Ağlayan kaya Niobe’nle sen ne güzeldin.
Aradan tam beş yıl geçti. Yine bir gün Babam gözleri önünde eve gelerek “Tayinimiz çıktı. Toparlanın Balıkesir’e gidiyoruz” dediğinde işte buraya ilk geldiğimiz o gün bir şerit gibi gözlerimin önünden geçiverdi. İçimde garip bir sızı vardı, dayanılması zor bir sızı. Çocuk kalbimle bu sızıyı doyasıya yaşamak istedim. Ağladım, ağladım, ağladım. İşte gözümün önünde içinde evcilik oynadığım vagonlar, palmiyeli bahçemiz, içine girip serinlediğimiz fıskiyeli havuzumuz hepsi sadece hatıralarda kalacaktı artık.
Alp dağlarını hatırlatan Spil ve içinde Haidi gibi yaşadığım masalım son buluyordu. Alp Dedemden koparılıp götürülüyordum. İşte o an çocukluğum son bulduğu andı. Ve şimdi başlıyordu gençliğim. Ayrılık acısının ne olduğunu ilk defa o gün yaşadım. Eşyalarımız toparlanıp vagonlara yerleştirilirken bir kere daha seyrettim heybetli dağımı ve son bir kere daha koşarak parka gittim. Her gün geçtiğim yollara, beş sene okuduğum okuluma, bakkalıma ve her şeye son bir defa daha baktım. Tarzan’ıma veda edip ağlayarak ayrıldım. İşte son görüşümdü bu onu.
Birkaç sene sonra gazetelerden onun ölüm haberini okudum. Şehre yeni bir Vali atanmıştı. Onun diktiği bütün ağaçları şehri yeniden imar etmek adına kestirmiş. Evlatları kesiliyormuş gibi içine inmiş acısı Tarzan’ın. Yataklara düşmüş, hastalanmış ama bir türlü yumuşamamış taş kalbi valinin. Halk günlerce hastane kapılarında vefa göstermiş sevgili koruyucusuna. Ama onların sevgisi de yetmemiş, dayanamamış yüreği bu acıya ve gözlerini yummuş ebediyen.
Onun ölümüyle çocukluğumun en güzel hatırası yok olmuştu. O gün hep onu ve üzerimde ki etkisini düşündüm. Aslında ne çok şey katmıştı hayatıma. Tabiatı sevmeyi ondan öğrenmiştim. Bunun Allah sevgisi ile paralelliğini keşfetmiştim. Sonra, o yağmurda yürürken ellerini göğe açıp Allaha şükrettiğini hatırladım. Yağmurda yürümenin bu kadar güzel olduğunu da ondan öğrenmiştim. Daha bir sürü şey vardı hafızamda onunla ilgili.
Sonra, sonra hayat yine hep başka şehirlerde başka kişilerle devam etti. O benim hatıralarımda saklı, canlı, yaşayan bir efsane olarak kaldı hep…
Manisa Tarzanı’nın anısına… |