Falih Rıfkı (Atay), Halide Edip (Adıvar) ve Yakup Kadri (Karaosmanoğlu) kurtuluşundan (7 Eylül 1922) tam olarak 21 gün sonra, 28 Eylül 1922 günü Turgutlu’ya gelerek inceleme ve gözlemlerde bulunmuş, halk ve kasabadaki bir çok yöneticilerle röportajlar yapmışlardı.
Kurtuluş savaşı boyunca Mustafa Kemal’in hep yanında ve karargahında “onbaşı” rütbesiyle bulunan, 30 Ağustos’taki büyük zaferden sonra da “çavuş” rütbesiyle onurlandıran ve savaş muhabiri olarak da görev yapan Halide Edip, 7 Eylül’deki kurtuluş gününde geldiği Turgutlu’ya bu kez de Zulümleri İnceleme Komisyonu’nda bir görevli olarak gelmişti.
Halide Edip, Turgutlu’nun yakıldığı, katliam ve talanların yoğun olarak yaşandığı 6 Eylül günü, kasabadan ovaya doğru kaçmaya çalışırken, kendisine ve kocasına saldıran Yunan askerleriyle boğuşurken öldürülen Giritli Efendi’nin karısı Emine’nin dramını şöyle anlatır.
“Mübarek kanının izleri üzerinden yürüyerek Kasaba’ya girdik. Şimdi harabesi üzerinde yeller esen, vaktiyle mamur ve şen Kasaba’nın bin bir faciası arasında onun ölümünü, köylerin taş yığınları üstünde herkes birbirine hem ağlatan, hem kalbi ısıtan bir efsane gibi naklediyorlardı.
Evvel Kasaba istasyonunda Yunan kafilelerinin sürükleyip götürdüğü sevgilileri sabahtan akşama kadar bekleyen, siyahlı, örtülü, hasret yüzlü kadınlardan, sonra yalın ayak etrafımda dolaşan kimsesiz çocuklardan işittim.
Küller arasında yegane sağlam yer için seçilen hükümet konağının dar odasında, iki manzara arasında tekrar şehit Emine’nin güzel yüzü, etrafındakilerin kalbini yakıp giden kadın sesi canlandı.
Pencereden, bütün bir şehir cesedi üzerinde, bütün kasabanın yersiz yurtsuz halkının evleriyle, çarsı pazarlarıyla, taş yığınları üstünde yeniden hayatlarını kurmak için kaynaştığını görüyordum. Dar sofaya açılan kapıdan da başı sarılı, kolu sargılı, koltuk değnekli, peştamala sarılı, beyaz sakallı ihtiyarlar, siyah bıyıklı yiğit delikanlılar, yüzleri örtülü kadınlar görünüyor, kapanıyordu.
Kaymakam ciddi ve asker yüzü teessür ile mücadele ederken, sesinde yenemediği bir titremeyle ondan bahsetti:
— Kırk sekiz saat sonra harabeler arasında bulduk, dedi. Doktor olmadığı için omzunun ve dizinin kangren olmaya başlayan yarasını ben sardım ve kocasıyla beraber yaşatmak için ne kadar uğraştık. O bana cidden kalbi büyük bir kadın tesiri yaptı. Genç yaşında öleceğini biliyordu ve ızdırabının akıttığı yaşlar arasında vatanın kurtuluşu için seviniyordu. Ölüm, sevindiremeden aramızdan geçti gitti. Kocasını şimdi göreceksiniz, ifade verecekler arasındadır. Dünyanın en felaketzede bir insanı!
Kıllı, kalın siyah kaşları altında içinden ağlayan yeşil gözleri vardı. Nasırlı işçi elleri titreyerek omzundaki, göğsündeki yaralarını gösterdi. Sonra mahzun mahzun yüzümüze baktı:
— Ne söyleyeyim? dedi.
— Vakayı baştan anlat! dedik.
Hemen başladı, fakat sesi söylerken kalbi başka şeylerle eriyor, gözleri başka şeyler görüyordu.
— İşin hülasası o öldü, ben kaldım. İki defadır muhacir olduk. Burada düşmandan kurtulduk sandıktı, yine geldi çattı. Ama Emine mutlak bizi gelip kurtaracağınızı biliyordu. Hep onu söylerdi, hep onu söylerdi. Güzel kadın, genç kadın sakınmak Yunanlılar arasında ne bela idi. Ama ben onu sonuna kadar gül gibi sakladım. Sizlerin geleceğinizi duyduğumuz gün, Yunanlılar Kasaba’yı yakmaya başladılar. Evde nine ile Emine’nin ihtiyar teyzesi ve Emine, üç kadın bir de ben vardım. Kenar mahallede idik, belki de yangın gelmez, belki Yunanlılar bu mahalleye gelmez diye epeyce bekledik. Fakat Kasaba’yı saran alev bizi de yaktı. Başka mahalleleri soyanlar tek tük bizim mahalleye de hücum ettiler. Kadınları aldım, bahçe kapısından, bahçeden bahçeye ovaya kaçırmaya çalıştım. Bahçelerinden kaçtığımız yanan evlerin dumanları arasından kadın feryatları duyuyorduk. Patlıcan tarlasına girdiğimiz zaman yapraklar arasında çıplak bir Müslüman kızı cesedi gördük. O zaman Emine için daha ziyade korktum. Dizlerimin bağı çözülmüştü. O hep koluma, boynuma asılıyordu. Ben Yunan askerlerinin naralarını duydukça, “Bana, hücum ederler, sen gençsin, ovaya kaç!“ diyordum. O daha çok boynuma asılıyor, “Ben seninle beraber ölürüm!” diyordu...
Nihayet patlıcan tarlasında başımıza üşüştüler. Bir taraftan dipçik ve yumrukla beni döverken ben haykırıyordum: “Emine, yavrum, kaç, Allah aşkına kaç!” İki tüfek patladı. İki ihtiyar kadın devrildi. Hala arkamdan asker söverek, bağırarak birisiyle mücadele ediyorlardı. Gözüme ilişti, Emine elinde bir yanık odunla sağa, sola, arkamdakilere saldırıyordu. Bir Yunan neferi yanımda kafasına gelen odunla düştü. Ben de durmadan atılan kurşunlarla düştüm. Gözlerim kapanmadan onu ayakta, odunla gördüm. Etrafa odunu savuruyor, Yunanlıları yanına sokmuyordu. Sonra onun da iki kurşunla arkasındaki perişan, kan içinde, saçları didik didik, yuvarlandığını gördüm. Sonra ne olduğunu bilmiyorum. Kırk sekiz saat sonra cesedini ararken henüz sağ bulduk. Uğraştık, uğraştık. Emine beni ve namusunu kurtardı ama işte ben kaldım, o öldü...
Birden kalktı, yalnız kaymakama bir selam verdi. Yeryüzünde karısının gözlerini kendisiyle beraber kapayan adamdan başka bir bağı yoktu. Gölge gibi çıktı gitti.”