Falih Rıfkı Atay
7 Eylül 1922'de işgalden kurtulan eski adı ile "Kasaba" olarak adlandırılan Turgutlu’nun o günkü manzarasını, kurtuluştan 20 gün sonra Tahkim Komisyonu'nun bazı çalışmaları doğrultusunda incelemelere de katılan ve komisyon içinde yer alan Falih Rıfkı Atay, 27 Eylül 1922 gününü kendi gözlemiyle anlattığı bir hikâyede şöyle tanımlar:
“— Geceleri ne yapıyorsunuz?
Altı taş, üstü çatısız, yıkık bir duvarın köşesinden iki çocuk başı daha çıkıyor. İhtiyar kadın, kemikli ve yaralı ellerini açarak cevap verdi:
— Hiç, kuru toprağın üzerinde ağlaşıyoruz.
— Kaymakamınız var mı?
— Var... Bize baba gibi bakıyor...
— Ne yiyorsunuz?
— Hiç... Çiğ buğday... Değirmen nerede? Ocak nerede? Kap nerede?
Kasaba harabesinin girişindeyiz.
Binbaşı Ahmet Hamdi Bey burada şimdilik kaymakamlık vazifesiyle meşgul.
Bize biraz malumat verdi:
— Kasaba, susam, pamuk ve üzüm ticareti yüzünden zengin olmuştu. Yirmi bin nüfusu vardı. Şimdi sekiz bin kişi var. Kimi öldü, kimi dağıldı, hicret etti... Dikkat ederseniz, sokaklarda seksenlik doksanlık bir çok ihtiyar görürsünüz. Kasaba’nın havası çok güzeldir. Fakat facia müthiştir. İşte görüyorsunuz, ne kadar mesken, dükkan, bina varsa hepsi yandı. Ahali parasız, yiyeceksiz ve hayvansızdır. İlk geldiğim gün sokakta bir adamın dilsiz gibi bana işaret ettiğini gördüm. Meğer açlık ve susuzluktan sesi çıkmıyormuş. Bu adam emekli bir miralaydı. Önüne biraz ekmek ve su koyduk, küçük bir çocuk gibi yavaş yavaş yedi. Bir müddet sonra sesi geldi, bize dönerek: “Allah’a çok şükür, yeniden doğdum!” dedi. Sade o değil, hepsi yeniden doğdular...
... Harabeyi dolaşırken, ara sıra perişan kalabalıklara rast geliyoruz. İhtiyar Kasabalılar, eski kahvehanelerin enkazı arasında, taş üstüne oturmuş düşünüyorlar. İçecek tütünleri bile yok. Karşılarında yıkık bir çeşme, eski sesiyle beyhude yere akıyor. Geniş ve yarı yanmış bir çınarın tepesinde bir kumru ötüyor. Bütün hava, şu ihtiyarların boyunlarını büken hüsranla dolu ve şişkindir. Bu çeşmenin ve bu kumrunun sesi havayı boşaltan ve teneffüse hafiflik veren bir tevekkül ilahisi gibi alaca karanlığa karışıyor.
Ve gece, yavrularını paçavraları içinde bağrına basan bir ana gibi, Kasaba harabesi bütün halkı kovukları ve külleri arasına çekti...”
* * *
Binbaşı Ahmet Hamdi Bey, kurtuluştan sonra Turgutlu’da kaymakamlık görevini yapmaktaydı. Yakılıp yıkılmış, insanları katledilmiş, harabe haline gelmiş ve her yönüyle sanki bir hayalet kenti andıran kasabayı baştan sona onarmak, insanlarını yeniden yaşam sevinciyle hayata bağlamak, yiyecek ve barınak sorunlarını halletmek gibi bir sorumlulukla karşı karşıyaydı. Bir hayata dönüş yaratmaya çalışıyordu harabeye dönmüş Kasaba’da. Küllerden yeniden bir hayat yaratmak gibi bir şey...
Evsiz kalan insanlara barınabilmeleri için geçici olarak başlarını sokabilecekleri yapılar yapılmasını, açlık tehlikesini önleyecek önlemler alınmasını, kimsesiz kalan, anaları babaları öldürülmüş çocukların sığınabileceği yuvalar sağlanmasını, yıkıntılar altından cesetlerin çıkarılmasını ve ova yolunda bulunan cesetlerin kimliklerinin saptanarak ailelerine teslim edilmesini, ölülerin gömülmesini... kısacası acılı ve yaralı Kasaba’nın ve Kasabalılarının bütün yaralarını sarmaya çalışıyor, bir baba şefkatiyle her yere ve herkese yetişmeye çalışıyordu.
Zulümleri İnceleme Komisyonu gözlemlerde ve incelemelerde bulunmak üzere Turgutlu’ya geldiğinde de kendileriyle ilgilenen, her türlü kolaylığı göstererek kasabanın ve kasaba halkının dramını en doğru şekilde yansıtabilecekleri biçimde incelemeler yapabilmeleri için röportaj yapılacak kişilerin bulunmasını sağlayan da yine bu en zor dönemde Kaymakamlık görevini üstlenmiş olan Binbaşı Ahmet Hamdi Bey’di.
Şüphesiz ki; acılı Kasaba halkı kendisine çok şey borçluydu ve en zor dönemde Kaymakamlık görevini üstlenmiş Binbaşı Ahmet Hamdi Bey’i her zaman en iyi duygularla anmışlardı.
İşte Zulümleri İnceleme Komisyonu ile birlikte Turgutlu’ya gelen gazeteci-yazar Falih Rıfkı Atay’ın yaşlı bir Kasabalı kadın ile yaptığı röportajdan kısa bir kesit:
— Kaymakamınız var mı?
— Var... Bize baba gibi bakıyor...”
(Falih Rıfkı Atay-Kasaba Harabelerinde-(İzmir’den Bursa’ya, Sf: 67-71)
Kasaba Kaymakamı Binbaşı Ahmet Hamdi Bey, Turgutlu’nun o andaki durumunu Falih Rıfkı’ya şöyle anlatır:
“Kasaba, susam, pamuk ve üzüm ticareti yüzünden zengin olmuştu. 20 bin nüfusu vardı. Şimdi 8 bin kişi var. Kimi öldü, kimi dağıldı, göç etti... Dikkat ederseniz sokaklarda hep seksenlik, doksanlık bir çok ihtiyarlar görürsünüz. Kasaba’nın havası pek güzeldir. Fakat facia müthiştir. İşte görüyorsunuz, ne kadar mesken, dükkan, bina varsa hepsi yandı. Ahali parasız, eşyasız, yiyeceksiz ve hayvansızdır.”
Falih Rıfkı Atay, Kaymakam Binbaşı Ahmet Hamdi’nin Turgutlu’yu yangından sonra yeniden bayındır bir yer haline getirmek ve yeniden inşa etmek için gösterdiği çabalar hakkında şunları yazar:
“Kaymakam Bey bizi yeni inşaata götürdü. Yangından 26 gün sonra, bir tarafta küller arasından ceset çıkaran esirler, öbür tarafta eğreti kerpiç barakalar yapılıyor. Henüz başka hiçbir tarafta çalışıldığını görmediğimiz için, Kasaba kaymakamının eserini hürmetle seyrettik. Bu kaymakamın hususiyeti şundadır ki, Kasabalıların ızdırabını kendi ızdırabı gibi benimsemiştir. Bir tek emeli var: Halkı yedirmek ve yatırmak! Ve bunun için günde 18 saat durmadan çalışıyor.
— Bir çekiç, bir keser bulmak için yanmamış köylere gidiyorum, çiftçilere yalvarıp ödünç alıyorum. Fikrim, önce Kasaba haricinde kerpiç ve kargir binalar yaptırıp, ahaliyi iskan etmek. Sonra da bir plana göre Kasaba’yı yeniden inşa etmektir.. diye anlatıyor kaymakam...
Yanan yerlerin muhtaç olduğu hükümet adamının evsafı bana bu askerin çalışkanlığında, merhametinde ve işgüzarlığında göründe...”
(Falih Rıfkı Atay-Kasaba Harabelerinde-(İzmir’den Bursa’ya, Sf: 67-71)
Turgutlu’da yaptığı gözlem ve incelemeleri sonucundaki izlenimlerini ve bazı röportajları eserinin “Kasaba Harabeleri” adlı bölümünde Falih Rıfkı Atay şöyle anlatır:
“— İsterseniz birkaç yaralıyı dinleyiniz” dedi Kaymakam..
Kapıdan bir nefer girdi, fakat Binbaşı (Kaymakam Ahmet Hilmi) birden bire acı bir hatıra ile uyanarak sordu:
— Giritli’nin haremi nasıl?
— Zavallı öldü...
— Öldü mü?
(Bize dönerek) "Biçare kadın ağır yaralıydı... Şimdi kocasından dinlersiniz. İlaç yok, doktor yok, yaralar eski... Bilmem ki ne yapmalı? İki doktorumuz vardı, haber aldım ki bu sabah gitmişler... (Hiddet etti) Hasta ve yaralıları yüzüstü bırakıp gitmek... Bu adamları orduya haber vereceğim. (Nefere birkaç isim saydı) Şimdi bunları buraya getiriniz..." diye anlatıyordu.
Hafif bir rüzgar var. Kasaba’nın güzel havası yanık bir kokuyla esiyor. Pencereden bakıyorum. Bir kavak ağacının etrafına çömelerek tellalı dinleyen kadınlar, çocuklar ve ihtiyarlar bizi unuttular bile... Bir köşede ağzı parçalanmış bir kadın yarım seslerle konuşuyordu...
Şimdi kapıdan birer birer cinayet tanıkları girdi.
Hıristiyan ve Yunanlılar Kasaba’yı ateş verdiler. Ateş, yağma,soygun ve cinayet 2 gün 2 gece devam etti. Burada da ölmekten ve yanmaktan kurtulabilenler, ağlaşarak bağrışarak dağ bayır aştılar ve Perşembe günü (7 Eylül) ordumuzla beraber Kasaba’nın henüz tüten harabelerine avdet ettiler.
İşte bir genç kadının hikayesini naklediyorum:
— Yangın çoğaldı, Tabakhane’ye gittik. Perşembe sabahına kadar Hıristiyanlar birkaç defa hücum ettiler. Kapının önünde: ’Teslim olun, yakacağız!’ diyorlardı. Erkekler dayattı. Nihayet perşembe günü burayı da tutuşturdular. Sağımdan solumdan ateş koydular. Alt üst olduk. ’Para atın.. Paralarınızı verin!’ diye kapıları kırarak üstümüze yürüdüler. Pakize paralandı, elli yaşında anamı öldürdüler. Kardeşim yediği dayaktan şehit düştü.
Ve yarasının sızısı ile dudaklarını çiğneyerek inceledi:
— Dokuz aylık hamileyim.. Nerede doğuracağım? Sürünüyoruz..
Evet, nerede doğuracak? Hatta niçin?
Giritli Efendi, hıçkırıktan göğsü kurumuş olarak içeri girdi. Bu adamın matemi, adeta bütün Kasaba’nın matemiydi. Ona, karısı yananlar, çocuğu ölenler bile acıyor.
— Biz yangından kaçtık. Seksen doksan yaşında anamız... Yolda etrafımızı çevirdiler. Evvela ninemi, sonra karımın teyzesini devirdiler.. Karıma: “Sen git.. Sen kaç!” diyordum. “Ben seni bırakır da nereye giderim?” diye boynuma sarıldı, beni vururlarken eline bir odun alıp kendini müdafaaya uğraştı. O da ben de yaralandık. O şimdi öldü, ben kaldım...
Aşkı ve ırzı için ölen bu kadının macerasına hepimiz ağlıyoruz. Ve zavallı genç kocanın gözlerinden hala yaş gelebiliyor. Ve sesi hıçkırıklarla boğuşarak çıkıyor:
— Ben niçin kaldım?.. O niçin öldü?..
Odanın havası uzun müddet bu facia ile dolu kaldı, teselli için bile ses çıkarmadılar.
Rençper Ali diyor ki;
— “Yangını söndürenler ölecekler!” dediler, kimse yangına su atmadı. Bana Salı günü geldiler. Kapımı çaldılar, açmadım. Kilidi kırarak paramı aldılar. Sonra yine geldiler. “Yavrum yok!” dedim, semer istediler. “Yok” dedim, kurşunla beni vurdular. Hacı Tahir’i de vurdular, bir de kadın öldürdüler. Adı Fatma Hoca...
60 yaşında Molla Ömer, o da yaralı:
— Beni, “Sen ihtiyarsın, sana bir şey olmaz” diye, kapı önünde beklettilerdi, gavur beni de vurdu...
70’lik bir ihtiyar ağlaya ağlaya kapıdan girdi, gözünde ve omzunda birer yarası var, fakat gözyaşı bundan değildir.
— Oğlum yaralı... Oğlumu ne yapacağız? diyor
Dinlediğimiz bu bedbahtlar, yaşayanlardır. Ya ölenler?
Kasaba şehitlerinin de sayısı malum değildir. Kaymakam diyor ki:
— Şimdiye kadar enkaz altından yüzden fazla naaş çıkardık. Kim bilir daha ne kadar var? Hele yollarda ölmüş olanları hiç bilmiyoruz.
Tren sesi duyuldukça çocuk, kadın ve erkekler istasyona koşuyor:
— Erkeğim geldi mi?
— Kadınım geldi mi?
— Hemşire kimi bekliyorsun?
— Erkeğimi...
— Erkeğin İzmir’de mi?
— Bilmem ki.. Gavur işte o tarafa götürdü...
Zavallı kadın, bu erkeğin cesedi kim bilir hangi hendekte çürüdü, kim bilir nerede yandı? Belki biz onun da kokusunu duyduk ve burnumuzu tıkadık. Kim bilir belki de şu harabenin bir taşı altında, kara ve kuru bir naaş halindedir. Onu bulsalar, tanıyabilecek misin?
Şimdi bütün Batı Anadolu harabeleri içinde binlerce kişi istasyonlarda veya yollar üstünde bir erkek yahut bir kadının haberini soruyor, herkes birbirini arıyor...
Sabahleyin kapının önünde biriken ahaliye veda ederek çıktık. Şurada burada kendi kendilerine konuşan kadınlar var. Ve içlerinden biri kucağında küçük bir çocukla bize yanaşıyor:
— Biri de karnımda, diyor.
Onun da genç kocasını vurmuşlar. Ve boynu bükük kenar sokaklarından birine sapıyor. Ondan da aynı sözü işitiyoruz:
— Yine bugünlere şükür!”