Savaşa hayır!

Savaşa hayır!

Balkan Savaşları sonrasında Talat ve Enver paşalarla arası iyice açılan ve bunun ardından da sürgün gibi bir tayinle Sofya Ataşeliğine atanan Mustafa Kemal’in bu dönemdeki tavrı; savaş karşıtı bir tutumdur.

Osmanlı Devleti’nin 1. Dünya Savaşı’na katılmasını yanlış bulan Mustafa Kemal, Almanlarla işbirliği yapılmasına da kesinlikle karşı çıkar. Mustafa Kemal’e göre; Almanya savaşı kazanırsa, Osmanlıları bir uydu haline getirecek, kaybederse Osmanlılar her şeyini kaybedecekti.    

Mustafa Kemal yalnız Almanya’yı sevmemekle, güvenmemekle kalmıyor; onların savaşı kazanacak yetenekte olduklarına da inanmıyordu. (Lord Kinross-Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sf:114) Hatta, Alman ordusunun Paris’e doğru hızla ilerlediği günlerde bile, Mustafa Kemal, sonradan yaveri de olacak arkadaşı Salih’e (Bozok) yazdığı bir mektubunda şöyle demiştir: “Almanların, çeşitli faktörlerin etkisi altında zikzaklı şekilde ilerlemek zorunda kalacağını ve bunun da onlar için zararlı sonuçlar doğurabileceğini” belirterek, “Biz, amacımızın ne olduğunu belirtmeden seferberlik ilan ettik. Bizim için büyük bir silahlı kuvveti uzun zaman ayakta tutmak zararlı olacaktır. Bunun, kendimiz, ya da müttefikimiz için ne gibi bir sonuç vereceği kestirilemez…”  (Lord Kinross-Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, Sf:115)

Öte yandan, savaş daha yayılacak olursa, Osmanlı Devleti’nin tarafsız kalamayacağını da biliyordu. Bu durumda, savaşa Almanya’nın karşısında katılmanın daha uygun olacağı görüşünü savunuyordu. Sonuçta, Osmanlı Devleti’nin savaşa girmesine karşı çıkmasına rağmen, artık seferberlik ilan edilip de savaşa kesin olarak girildiği zaman da, tüm enerjisi ve yurtseverliği ile savaşın içine girdi. Almanları hiç sevmediği halde, zorunlu müttefik olduklarına göre, sabrı yettiği kadar onlarla bir arada çalışmaya da kendini hazırlamıştı.

Aslında nedir bunun anlamı?
Türk-Alman bağlaşıklığı
, tarihin de aslında gösterdiği gibi, olsa olsa tarihin bir tür kazası olarak tanımlanabilir. Ve görülüyordu ki; 700 yüzyıllık bir devlet geleneği, milyonların kaderini ilgilendiren bir konuda, sağlıklı bir karar mekanizması kurmaya da yetmemektedir. İttihatçıların komplocu yönetimleri, devlet geleneğini yok etmiştir. 
Balkan Savaşları’ndan sonra “Emperyalizm ile ‘birlikte yaşama’ dersini son derece acı deneyimlerle öğrenmek zorunda kalan İttihat ve Terakki, aynı ölçüde acı deneyimlerle çokuluslu bir imparatorluğu yönetmenin de gereklerini öğrenmiş bulunuyordu…” (Prof. Dr. Sina Akşit-Ana Çizgileriyle Türkiye’nin Yakın Tarihi, Cilt: 1, Sf: 107)

Ama 1. Dünya Savaşı’nın bedeli çok daha ağır olmuş, Osmanlı İmparatorluğu, koca tarihi boyunca en ağır yenilgiyi yaşamıştı. Üstelik kazanılan deneyim de öncekilerden çok daha acılıydı: Osmanlı ordusu gösterdiği onca kahramanlık ve kazandığı zafere (Gelibolu, Çanakkale, Anafartalar) karşın, (ki bu başarılar ve zaferlerin altında da Mustafa Kemal’in imzası vardır), müttefiki Almanya Savaşı kaybettiği için, itilaf devletleri karşısında yenik sayılıyordu.  

Sonunda savaşa artık daha fazla dayanamayacağını anlayan Almanya4 Ekim 1918’de savaş bırakışması önerisinde bulunarak savaştan çekiliyordu. Bu arada Almanya’da rejim değişikliği oluyor ve hükümdar da ülkeden kaçıyordu. Ve Almanya 11 Kasım günü de yenilgisini kabul eden savaş bırakışmasını imzaladı.

Mondros Savaş Bırakışması

Osmanlı Devleti de, bu koşullar altında Savaşı sürdürmenin güçlüklerini ve yararsızlığını görerek, 30 Ekim 1918’de Mondros Savaş Bırakışması’nı imzalamak zorunda kalıyor ve savaştan çekiliyordu…

Mondros Savaş Bırakışması’nın anlam ve önemi ise, bir yenilginin kabulü ve yenik taraflara galiplerin dayattığı koşullara teslimiyetin ilk adımıydı. Bu anlaşma ile Osmanlı İmparatorluğu’nun egemen olduğu alanları daraltılıyor, Anadolu ve Rumeli’nin dışında kalan yerlerdeki Türk kuvvetlerinin İtilaf Devletleri’ne teslim olmaları gerekli görülüyordu.

Böylece Osmanlı İmparatorluğu eylemli olarak fiilen ortadan kalkıyordu. 
Çanakkale ve İstanbul boğazlarının yabancı gemilere açık tutulması; bu boğazların İtilaf Devletleri’nce askeri denetim altına alınması ile de; başkent İstanbul’un güvenliği tehlikeye düşüyordu. İtilaf Devletleri’nin kendi güvenlikleri açısından gerekli gördükleri yerleri bildirim yapmadan işgal edebileceklerini belirten koşul da; Türkler için belirsiz ve karanlık bir geleceğin başlamak üzere olduğunun bir kanıtı oluyordu. (Baki Kurtuluş-Tarihsel Olaylarla Söylev, Sf: 2)

Çünkü, bu uygulamalar, Osmanlı Devleti’nin egemen olduğu Anadolu’nun bütünü ile işgal edilmesi düşüncesinin ilk adımları ve belirtilerini taşıyor, böyle bir izlenimi doğuruyordu.

Zaten bu anlaşmayı imzalamakla birlikte, Osmanlı Devleti, imparatorluk olarak son buldu. Bu fiili son da Osmanlı Devleti’nin egemenliği altında yaşayan bazı azınlıkların,Osmanlı Devleti’nin de son bulacağı” düşüncesine kapılıp başkaldırılarını gündeme getirince, Osmanlı Devleti, savaştan sonra bir de içerideki bu sorunlarla boğuşmak zorunda kaldı.


Yorumlar - Yorum Yaz