Ekoloji raporu: Doğa biziz!


Yaşamakta olduğumuz süreç, taşıdığı pek çok özellik ve içerdiği sorunlar nedeniyle, toplumsal hareketlerin gelişimi açısından ekoloji mücadelesinin büyük ölçüde damgasını vuracağı bir süreç olacak özelliktedir. Bunu da iki temel nedenle açıklayabilmek mümkün:

Küresel ısınma artıyor, demek ki gezegen hasta!



Birincisi; aslında kendisi de bir canlı olan gezegenimiz, atmosferik ve iklimsel özelliklerde görülen bozulmalar (örneğin küresel ısınmaiklimlerdeki normal olmayan değişimozon tabakasındaki delinmelerbuzullardaki erimeler vs. gibi etkenler) nedeniyle artık günümüzde “hasta” diye tanımlayabileceğimiz bir haldedir. Dünyanın da aslında bir canlı olduğu bilinciyle soruna bakıldığında, küresel ısınmadaki sürekli artış, ateşi sürekli yükselen bir insan için tanımlandığı gibi, gezegenimizin de hastalandığını anlatan bir ayrıntı olarak görülebilir. Dolayısıyla bu durum dünya insanlığını günümüzde hiçbir zaman olmadığı kadar doğa ve ekolojik yaşam konusunda kafa yormaya, duyarlı olmaya, doğadaki ekolojik yaşamı sahiplenmeye yönelten nedenlerden biridir.

Küreselleşme ve küresel kriz

İkincisi; “küreselleşme” politikasının günümüzde sermaye düzeni ve dolayısıyla kapitalizmi içinden bir türlü çıkamadığı bir bunalım içine soktuğu manzaradır. Dünyanın en büyük spekülatörü Soros’un “Hayatımda böyle bir kriz daha görmedim” sözleri, kapitalist sistemin küresel düzeyde nasıl bir kriz yaşadığını yeterince açıklayacak özelliktedir. Küresel sermaye dünyayı tarihin en berbat bunalımına sürüklemiş, kapitalist sistem bu nedenle kendi yarattığı krizden artık çıkamayacak hale gelmiştir. Bu durum da Türkiye gibi bir çok ülkede sermaye düzenini vahşi kapitalizm aşamasına getirmiş, günümüzde emek ve alın terinin, insanın ve halkın sömürüsü ile yetinemeyecek halde olan kapitalizm, artık doğayı da sermaye birikimine sokmayı hızlandırmış, doğal varlıkları metalaştırmaya başlamış, dolayısıyla doğaya yönelik sömürüsünü arttırmıştır.



“Küreselleşme” politikasının etkisi ile kendisini alternatifsiz tek düzen gibi gören kapitalizm, bu şımarıklıkla artık kendisini doğanın da sahibi sanacak kadar başı dönmüş haldedir. Emperyalizmin dünyayı sadece kendi pazar alanı olarak görmesi gibi, doğayı da bir meta olarak gören sermaye, bu nedenle doğayı da kendi çıkarı doğrultusunda özelleştirmeye yönelmiştir. Bugün Türkiye’deki mevcut sistem doğayı kendi çıkarı için özelleştirip, “çevre” dediğimiz, canlıların ve onlardan biri olan insanların ortak yaşam alanlarına vahşice bir saldırganlıkla el uzatacak kadar gözü dönmüş bir sermaye düzenini temsil etmektedir. Dereler ticarileştirilip, doğaya ve kamuya ait olan suyumuza el konuluyor, tüm su kaynakları, meralar, tarım alanları, ormanlar, sit alanları, hatta denizler bile sadece sermayenin çıkarı için kullanılmak adına tüm canlılar, insanlar ve halklar yok sayılırcasına talan ediliyor.

Yolsuzluk ve rüşvet çarkı ekolojik yaşamı da kapsadı



Dolayısıyla sermaye düzeninin günümüzde AKP hükümeti aracılığıyla enerji üretimi bahanesi ile yaşama uygulatarak dayatmaya çalıştığı HES, RES vs. gibi projeler,  aslında kendisini doğanın sahibi zannedecek kadar başı dönmüş kapitalist sistemin ya da bu nedenle doğayı bir meta gibi algılayan gözü dönmüş sermayenin, doğadaki ekolojik yaşamı da sömürmeye yönelik geliştirdiği “doğayı sermayenin çıkarı doğrultusunda özelleştirme” tavrıdır. Bu durum doğadaki ekolojik yaşamı da bir rant kapısı haline getirirken, yolsuzluk ve rüşvet çarkı artık ekolojik yaşamı da kapsamış, sonuçta doğa ve ekolojik yaşam korkunç bir tahribatla karşı karşıya bırakılmıştır. Yüksekova'dan Karaburun'a kadar çepeçevre böylesi bir saldırganlıkla kuşatılan Türkiye, adeta her metrekaresinde insan yaşamını da korkunç düzeyde etkileyecek çevre katliamlarıyla burun buruna gelmiştir.

Çarpık sanayileşme anlayışı


Geniş çaplı ve somut bir irdeleme yapıldığında, özellikle Türkiye’de çevre kirliliği, çevre katliamı ve benzer çevresel tehditlerin ve dramların oluşmasında en birinci sırada sıralanabilecek etkenin ülkemizdeki sanayileşme anlayışı olduğu görülebilir. Az gelişmiş veya geri kalmış ülkelerdeki dışa bağımlı, güdümlü olarak gelişen ilkel sanayileşmenin tipik örneği olarak tanımlayabileceğimiz ülkemizdeki sanayileşmeye “sanayileşme” diyebilmek zordur. Doğaya saldırgan bir davranışa sahip sanayileşme, bu özürlü anlayışı nedeniyle ancak “çarpık sanayileşme” olarak tanımlanabilir. Çarpık sanayileşme anlayışının oluşma nedenlerini ise şöyle irdeleyebiliriz:

1- Bizdeki sanayileşme anlayışının sanki tarıma alternatif bir gelişme imiş gibi saçma bir anlayış içermesi, bu nedenle sanayileşmek için sanki tarımdan vaz geçmek, tarımı yok etmek gerekirmiş gibi bir davranış içine de girilmesine neden olmaktadır. Sanayi tesislerinin, en verimli tarım alanlarını yok edercesine genellikle verimli tarım alanlarının göbeğine kurulması buna gösterilecek en somut örneklerden biridir. Oysa sanayileşme tarımın alternatifi değildir, olmamalıdır ve tarımdan vaz geçmek şeklinde anlaşılmamalı ve uygulanmamalıdır.

2- Kapitalizmin dayandığı özellik ve sermaye düzeninin karakteri “kâr hırsı”dır. Sermayeyi bu kadar gözü dönmüş bir şekilde doğaya ve insanların ortak yaşam alanlarına karşı saldırgan hale getiren de yine bu “kâr hırsı”dır. Toplumsal hizmet ve amaçtan çok, sadece “kâr”ı düşünen ve amaçlayan sermayenin davranışı, sanayileşme sırasında da bu davranışını “kârı azamileştirebilmek için yatırımı asgariye, hatta sıfıra indirme” şeklinde ortaya çıkarmaktadır. En düşük veya en az yatırımda bulunarak böylece kârı yüksek tutabilme amacı güdülmektedir. Bu anlayış ülkemizde yolsuzluk ve rüşvet çarkının etkisiyle iktidarlar tarafından da kollanan ve desteklenen bir tutumla sermayenin artık en karakteristik özelliği haline de gelmiştir.

Örneğin Marmara depremi bile onca büyük yıkımın yaşanmasının tek nedeninin yapılan konutların eksik malzemeyle inşa edildiğini, çimentodan, demirden vs. malzemeden nasıl çalındığını ortaya koyarken, kapitalist sistem için insanın ve yaşamın değil, sadece kârın değerli olduğunu ve bu anlayışın ülkemizde sermayenin genel bir davranışı haline geldiğini anlatan bir başka ayrıntıdır.

Sanayi tesislerinin en verimli tarım toprakları üzerine veya yerleşim yerlerinin neredeyse tam içine kurulmasının ardında da yine “kar hırsı” yatmaktadır. Çünkü sanayi tesisinin kuruluşu için böylelikle en az ve en düşük yatırım yapılacak ortam ve koşullar tercih edilmektedir. Sanayi kuruluşlarının yer aldığı alanların seçimi çoğunlukla kolaylık ve kârlılık amacı temel alınarak belirleniyor. Bu durum da önlem alınmadığı takdirde geriye dönüşü bir daha mümkün olmayacak sorunların başlangıcını oluşturuyor. Dolayısıyla yaşanılan veya yaşatılan çevresel sorunların başlıca nedenlerinden biri olarak sıklıkla her yerde karşımıza çarpık sanayileşme çıkıyor.

Azami kâr için asgari yatırım



Sadece kârlılık amacı göz önüne alınarak kurulan sanayi kuruluşlarının ulaşım, su, enerji ve yerleşim yerlerine yakın olması, girişimciler tarafından aranan ve istenilen özellik. Bu tesislerin kurulması bakımından, alt yapı tesisleri ve özellikle yollar, en gerekli unsurlar. Böylesi özelliklere sahip yerlerde tesis kurmak ise, girişimci için hem daha masrafsız ve ucuz olan, dolayısıyla kârlı bir yatırım. Çünkü böylelikle yapması gerekli ve hatta zorunlu olan yatırımları yapmaktan kurtulduğu için, yatırım çok daha ucuza geliyor. Sonuçta neredeyse sıfır yatırımla “kârı azamileştirip yatırımı asgarileştirme” amacı güdülüyor. Bunun sonucu ise; kârın özelleştirilip zararın kamusallaştırılması olarak şekilleniyor.

Öte yandan, yolların da maliyet hesaplarının daha ucuza ve düşük masraflara getirilmek istenmesi, tarım alanlarını tahrip eden bir başka neden. Maliyet hesapları gereği, yolların düz ovalardan geçirilmesi tercihi sonucu, ana yollar böylece tarım alanlarına kadar sokuluyor. Sonra da bu yolların her iki yanında birer ikişer sanayi kuruluşları gelişmeye, milyarlarca lira yatırım yapılarak kurulan sulama şebekeleri ve verimli tarım toprakları üzerinde de sanayi kuruluşları hızla yayılmaya başlıyor. Bu da verimli tarım topraklarının yok edilircesine hızla azalması yanı sıra, doğal ekolojik sistemi bozacak, yaşam alanlarımızı çevresel tehditlerle buluşturacak gelişmelerin de önünü açmıştır.

Kapitalizmin “azami kâr için asgari yatırım” anlayışı sermayenin genel bir anlayışı olduğundan sadece sanayi tesisleri için değil, her türden girişim için aynı yöntemin tercih edildiği görülmektedir. Baz istasyonlarının evlerimizin, konutlarımızın tepesine, kent merkezlerinin içine kurulmak istenmesi, temiz enerji diye kırsallara dayatılan RES’lerin yine aynı şekilde köylerin tepesine ve yamacına kurulması gibi örnekler hep aynı anlayışın sonuçlarıdır. Aynı tanımlama Termik Santraller, Nükleer Enerji Santralleri vb. girişimler için de gösterilebilir.

Ekolojik yaşam rant kapısı yapıldı



3- Bu sermaye düzeninin şekillendirdiği iktidarların, genelde ve yerelde toplumun değil, sermayenin çıkarını kollayan tutum içinde olmaları, çarpık sanayileşme anlayışının ülkemizde bu kadar etkin hale gelmesinin bir nedenidir. Örneğin yasalar olduğu halde mevcut yasaların göz ardı edilerek bu uygulamalara göz yumulması, hatta sermayenin çıkarı doğrultusunda doğanın talan edilmesinin önünü açacak yasalar çıkarılması, hiçbir arıtma tesisi kurmayan sanayi kuruluşlarına çalışma ruhsatı verilmesi vb. örnekler yaşanılan çevre dramlarının ardındaki nedenler arasındadır.

Aslında tüm sorun, zaten var olan yasaların doğamızı ve verimli tarım alanlarını kamu yararına korumak adına uygulanmaması. Gerekli önlemler için pek de yeni yasalar çıkarılmasına bile gerek yok. Çünkü çevre ve tarım alanlarının korunmasına yönelik çok sayıda hukuki düzenleme zaten bulunuyor. Konu, bu yasaların uygulanmaması veya birilerine bir şeylerin peşkeş çekilmesi adına var olan yasaların görmezlikten gelinmesi.

Bu yasalar da şöyle: 2872 Sayılı Çevre Kanunu, 3202 sayılı Köy Hizmetleri Genel Müdürlüğü'nün Teşkilat ve Görevleri Hakkındaki Kanun, 3083 sayılı Sulama Alanlarında Arazi Düzenlenmesine İlişkin Tarım Reformu Kanunu, 1580 sayılı Belediyeler Kanunu, 3194 sayılı İmar Kanunu ve 2965 sayılı Toplu Konut Kanunu.

Tüm bu yasaların uygulanması bile tarım topraklarının tarım amaçlı kullanılması ve korunmasına yönelik hükümler içerdiğinden yeterli çözümler getirebilir. Ama tüm bu hükümlerin bir arada kullanılmaması nedeniyle tarım topraklarının tarım dışı alanlarda kullanılması sağlanmış oluyor.

Bu yasalar dışında sunulabilecek öneriler de şöyle olabilir:
1- Sanayileşmenin ve sanayi bölgelerinin seçiminde ve yerleşiminde verimli tarım alanları dışında alanların tercih edilmesi
2- Havzada, özellikle verimli tarım arazilerinin üzerindeki yerleşimin gelişiminin önlenmesi
3- Nehir yatağından taş, kum ve toprak alımının engellenmesi
4- Havzadaki verimli tarım arazilerinden tuğla ve kiremit imalatında kullanılmak üzere toprak alımının durdurulması veya sınırlandırılması
5- Toprak ve su korunumu önlemlerinin çiftçimize öğretilmesi
6- Tarımsal potansiyeli yüksek alanların havza çapında sınırları çizilerek, yerleşim ve sanayi dışında bırakılması
7- Bölgede toprak kaybının önlenebilmesi amacıyla ağaçlandırma ve orman çalışmasına başlanılması vs. gibi öneriler elbette çoğaltılabilir...

Sonuç olarak; siyasi iktidarların izlediği sadece sermaye yanlısı politikalarla güçlendirilen ülkemizdeki çarpık sanayileşme, en büyük çevre katliamcısı olarak huzurlarımızda bulunuyor.

Nehirlerdeki korkunç kirlenme



Sanayi kuruluşlarının ayrıca hiçbir arıtma tesisi kurmamaları sonucunda atıkları havaya, toprağa ve suya gelişigüzel verildiğinden, son derece vahim çevre kirlenmelerine neden olmaktadır. Örneğin dünyanın 7 harika tarım bölgesinden biri olan Gediz Havzası’nın can damarı demek olan Gediz Nehri, sanayi kuruluşlarının zehirli kimyasal atıkları ile kirlenmesi sonucu günümüzde artık can çekişir haldedir. 1998 yılında Ege Belediyeler Birliği’nin raporunda yer alan ifadelere göre; Manisa’da 57 deri atölyesi, yağ ve sabun fabrikaları, Küçük Sanayi Sitesi kimyasal atıkları ile Gediz Nehri’ni kirletirken, sadece Uşak ilinde bulunan 400’den fazla deri fabrikası da çok ağır metaller içeren atıklarını hiç arıtmadan doğrudan Gediz Nehri’ne göndermeye devam etmektedir.

Aynı anlayış ne yazık ki Ege’nin diğer önemli nehirleri olan Büyük ve Küçük Menderes nehirlerini de aynı şekilde tehdit etmektedir. Ama Ege’deki nehirlerin yaşadıkları bu dram aslında Türkiye’de tek değil. Yine 1998 yılında ülkemiz genelindeki akarsular üzerinde yapılan bir araştırma acı bir gerçeği ortaya koyuyor: Akarsularımızdaki kirlenmenin boyutları olağanüstü boyutlara varmış durumda! Araştırmaya göre, Türkiye'de kirlenmeyen, ya da daha doğru deyişle, kirletilmeyen bir tek akarsu yok!

HES (Hidro Elektrik Santralleri) sorunu

Kapitalizm çarpık sanayileşme anlayışıyla akarsuları aşırı derece kirletmesiyle can çekişir veya kullanılamaz hale getirirken, bu kez de günümüzde doğayı da sermayenin çıkarı için özelleştirmeye yönelince tüm bu akarsu kaynaklarına, derelere el koyarak yeni bir yola başvurmaya başlamış, suyun ticarileştirilmesi amacıyla derelere HES’ler (Hidro Elektrik Santralleri) kurulmaya başlanmıştır. Sermayenin artık günümüzde doğayı da bir meta olarak görecek kadar gözü dönmüşlük içinde doğal yaşama saldırısının bir başka örneği olan HES projelerinin getireceği sonuç ise; suyun bir meta haline getirilip ticarileştirilmesinin yanı sıra, ayrıca hemen tüm derelerin ve doğal akarsu kaynaklarının tamamen yok olması olacaktır! Dolayısıyla çarpık sanayileşme anlayışının zehirleyip kirlettiği ve can çekişir hale getirdiği akarsularımız, derelerimiz ve nehirlerimiz ve onların beslediği doğal sistem şimdi de HES’lerin tehdidi altında yok olma tehlikesi yaşamaya başlamıştır.

Vahşi madencilik: İlkel yollar ve kimyasal yöntemlerle madencilik



Özellikle son 20 yıl içinde ise ülkemizdeki ekolojik yaşam ilkel yöntemlerle yapılan kimyasal madenciliğin de tehdidi altına girmiştir. Öyle ki; çarpık sanayileşme ile vahşi madencilik buluşunca, doğa için adeta idam fermanı çıkarılmış gibi bir sonuç doğmuştur. Günümüzde krizinden çıkmak için daha da vahşileşen sermaye düzeni, küresel sermayenin de dayatması ile “sömürge tipi madencilik” demek olan madencilik anlayışını doğada en büyük tahribatı yapacak şekilde devreye sokmuştur. Özellikle AKP iktidarı döneminde madencilik yasasında yapılan değişiklikler, çıkartılan yeni madencilik yasası yer altının talan ve yağmalanmasından başka, tüm meraların, ormanların, doğal ve tarihi sit alanlarının, insanların ortak yaşam alanlarının bile sermayenin çıkarı için madencilik faaliyeti kapsamına sokularak, insanlar ve halk yok sayılarak korkunç bir doğa talanına neden olacak bir tehdit halini almıştır.

Bilinmesi gereken ayrıntı; içinde yaşadığı krizden bir türlü çıkamayan ve günümüzde artık doğanın tüm kaynaklarının sömürüsü ve yağmalanmasına yönelen küresel sermayenin yer altı kaynaklarını da sömürmeye yönelik dayatması ile bizim gibi ülkelerde sömürüyü arttırabilmek için madencilik anlayışının devreye sokulduğudur.

BOP ve yer altı kaynaklarının sömürüsü

Soğuk savaş rüzgârlarının estiği geçtiğimiz yüzyılda birbirine alternatif 2 ekonomik sistemin varlığı nedeniyle 2 kutuplu olan dünya, sosyalist sistemdeki çöküşün ardından 21. yüzyıla ise daha yüzyılın başında “küreselleşme” politikasının dayatılmasıyla adım attı. Daha önce karşısında dev gibi yükselerek, caydırıcı bir güç halini de alan sosyalist sistemin varlığı nedeniyle, dünyanın kontrolünü elinde tutabilmek için “eski sömürgecilik” yöntemlerinden vaz geçip “yeni sömürgecilik” yöntemlerine başvurmak zorunda kalan emperyalist-kapitalist sistem, sosyalist sistemdeki çöküşün ardından karşısında artık alternatif bir güç kalmayınca, sömürüyü arttırabilmek için klasik sömürü yöntemi olan “eski sömürgecilik” yöntemlerine de yeniden ihtiyaç duydu. Bu amaç doğrultusunda da küreselleşme politikası kapsamında ayrıca BOP (Büyük Ortadoğu Projesi) devreye sokuldu. Çünkü eski sömürgecilik yöntemlerinin yeniden işler hale gelebilmesi için yeryüzünün de buna uygun bir zemin haline getirilmesi gerekiyordu. İşte bugün Ortadoğu’da (tabii Türkiye’de de) bazı ülkelerin iç dinamikleri ile oynanmasının nedeni de budur.

Eski sömürgecilik yöntemleri emperyalizmin klasik sömürü yöntemi olarak bilinir. Klasik sömürü yönteminin en önemli ayağı da az gelişmiş, geri kalmış veya bağımlı ülkelerdeki yer altı kaynaklarının sömürüsüne dayanır. Bu yüzden bir yandan bu gelişmeler yaşanırken, öte yandan sanki düğmeye tek bir yerden basılmış gibi, bu tür ülkelerdeki madencilikle ilgili yasalar yavaş yavaş ve kademeli şekilde değiştirilmeye başlanmıştır. Son 20 yılda “sömürge tipi madencilik” demek olan, korkunç doğa tahribatı yaratacak tehlike potansiyeli içeren madencilik anlayışının veya ilkel yöntemlerle uygulanan kimyasal madenciliğin ülkemizde bu kadar yaygın hale gelmesi, çıkartılan madencilik yasasının taşıdığı anlamlar bu gerçeğe dayanmaktadır. Ülkemizde son 20 yılda siyanürlü madenciliğin ve son 10 yıldır da sülfürik asit yöntemine dayanan nikel madenciliğinin başlatılması bu dayatmanın sonuçlarıdır.

DOĞA BİZİZ



Sonuç olarak bu manzarada görülen; küreselleşme politikası ile dünya genelinde alternatifsiz tek düzenmiş gibi dayatılmak istenen sermeye düzeninin kendini seçeneksiz görmesinin verdiği bir şımarıklıkla, kendisini doğanın da sahibi görecek kadar başının döndüğü, ama küresel düzeyde yaşadığı krizden de bir türlü çıkamayarak, artık insanın ve halkın sömürüsüyle yetinemeyip doğanın da sömürüsüne yöneldiğidir. Arka planda küreselleşme ve kapitalizmin yer aldığı bu manzarada, doğa ve ekolojik yaşam sermayenin gözü dönmüş bir saldırısı ile karşı karşıya kalmış ve insanların ortak yaşam alanlarına kadar uzanan zincir içinde ekolojik yaşam tehdit altına girmiştir. Yaşanılan tüm örnekler göstermektedir ki; doğada yaratılan ekolojik bir yıkım ve tahribat varsa eğer, insanca yaşam hakkı da tehdit altına girmiş demektir.

Bu manzarada doğadaki talana karşı durarak, ekolojik yaşama sahip çıkarak ve yaşam alanlarını korumaya yönelik sergilediğimiz direnişlerimizle yaşam savunucuları ve çevreciler olarak verdiğimiz mücadeleyi ise “doğanın kendini koruma ve savunma refleksi” diye de tanımlayabiliriz. Bu nedenle doğanın da bizlere yardımcı olacağını, olduğunu da düşünmek mümkün. Tabii bizlerin de, yaşayan en büyük canlı olan doğanın bir parçası olduğumuz bilincindeysek eğer. Bir canlı bir tehlike karşısında kendisini nasıl savunur? Elbette ki en duyarlı organlarını kullanarak. Bizler de toplumdaki en duyarlı bireyler isek eğer, bu durumda yaptığımız işlev bellidir. Yeter ki bizler dik duralım, kararlı olalım. Doğa bunu mutlaka bir yolla takdir edecektir. Bu nedenle içeriği “yaşam savunusu” olan ekoloji mücadelesi, tamamen hukuksal, meşru bir mücadeledir ve yaşam alanlarımıza sahip çıkılarak tavizsiz bir şekilde sürdürülmeli, toplumsal bir hale de dönüştürülmelidir.

NOT: Katkısı dolayısıyla Prof. Dr. Beyza Üstün'e teşekkür ederim.



Yorumlar - Yorum Yaz