Asıl ikilem ne: Cüzdan mı, vicdan mı?

ASIL İKİLEM: CÜZDAN MI, VİCDAN MI?

Çaldağı konusunda karşımızdaki soruna nasıl bakılması gerektiğini gösterecek bir pencere var ki, işte bize asıl gerçekleri gösterecek olan bu pencerenin sunduğu manzaradır. Bu manzarada yaşanılan veya yaşatılan her şey daha da anlam kazanıyor. Çünkü bu pencereden bakıldığında, manzara hem bir bütün olarak, hem de daha net olarak görülebilecek kadar aydınlanıyor.
Ama Çaldağı konusunda biraz daha aydınlık sunma amacındaki bu yazıma, rengi geceden bile kara bir adamın sözleri ile başlayacağım. Bu kapkara adamı benim için özel kılan ise sözlerindeki aydınlık. Adını hatırlayamadığım için, ilk tanıdığım üniversiteli yıllarımdan beri hafızamda kendisini hep “bilge Afrikalı” olarak taşıyorum. Bir TV programında Afrika’nın nasıl sömürgeleştirildiğini anlatmıştı. Ama koca Afrika’nın o büyük gerçeğini sadece 2 cümlede anlatıvermişti. Ayrıca, 2 kamyon dolusu kitap okusam da, koskoca Afrika’nın böylesi büyük bir gerçeğini onun gibi 2 cümlede anlatamayacağımdan dolayı da kendisini hafızamda hep “bilge Afrikalı” olarak yaşatıyorum.
Aynen şöyle diyordu o rengi geceden daha kara, ama sözleri güneşten daha parlak olan bilge Afrikalı: “Beyazlar Afrika’ya geldikleri zaman, bizim kocaman topraklarımız, onların da küçücük İnciller vardı ellerinde. Bize önce İncil’i tanıtıp, ardından da gözlerimizi kapatarak dua etmeyi öğrettiler. Gözlerimizi açtığımız zaman bir de gördük ki; onların artık toprakları, bizim ise sadece İncil’ler vardı elimizde…”
Benim “bilge Afrikalı” diye inatla hafızamda yaşattığım bu kara adam bugün yaşamıyor. Ama yaşasaydı, eminim Afrikasının gerçeğine bilgece 2 cümle daha eklerdi. Çünkü onun Afrikasında bugün açlık var! Onun Afrikasında bugün çocuklar açlıktan ölüyor…

Soğuk Savaş dönemi ve Yeni Sömürgecilik

 

1950'li yıllardan 1990'lı yıllara gelinceye kadar birbirine alternatif 2 ekonomik sistemin varlığı dolayısıyla 2 kutuplu bir dünya vardı. Bu nedenle dünyada soğuk savaş rüzgârları esmekteydi. Tüm dünyayı kendisi için bir pazar olarak gören emperyalist sistem, 2 kez dünyayı paylaşmak için tüm dünyaya yayarak yarattığı dünya savaşlarından, ama özellikle Hiroşima ve Nagazaki'ye atom bombasının bile atıldığı 2. Dünya Savaşı'ndan sonra dünyayı paylaşmak uğruna kendi aralarında savaşmanın nelere mal olduğunu iyice anlamıştı. Artık emperyalist sistemin karşısında caydırıcı bir güç olarak dev bir alternatif blok oluşmuştu.

Emperyalist-kapitalist sistemin karşısında bir alternatif olarak yükselen sosyalist sistemin varlığı, bu nedenle 2. Dünya Savaşı'ndan sonra emperyalist ülkeleri kendi aralarında bir daha savaşmamak için bir entegrasyona zorluyordu.  Emperyalist devletler kendi aralarında savaşmak yerine, Ortadoğu örneğindeki gibi hiç bitmeyen bazı "bölgesel savaşlar" yaratıyordu. Öte yandan, sömürgesi haline getirmek istediği ülkelerin açıkça işgal edilmesi yönteminin de kendisine pahalıya mal olduğunu ve bu durumun özgürlük, bağımsızlık ve ulusal kurtuluş savaşlarına ve sonrasında da sosyalist devrimler sürecine dönüştüğünü fark eden emperyalist sistem, artık bu yeni dönemde "eski sömürgecilik" yönteminden vaz geçerek, "yeni sömürgecilik" yöntemlerine yöneliyordu.

Yeni sömürgecilik yöntemi ile; ülkeleri açıkça işgal etmek yerine, bu ülkelerde yaratılan işbirlikçi iktidarlarla emperyalizmi bir "içsel olgu" haline getirebilecek bazı çözümler ve yeni politikalar gündeme getiriliyordu. Sermaye ihracı ve borçlandırma yolları ile ülke ekonomilerinin ele geçirilerek bağımlı kapitalist sistemler oluşturulması sonucu emperyalizm bir "içsel olgu" haline geliyor, böylece yaratılan yeni-sömürge ülkelerde emperyalizm için "gizli işgal" dönemi başlatılmış oluyordu. Emperyalizm olgusu, dışa bağımlı geliştirilen kapitalist ekonomik sistemler için bir "dış olgu" olmaktan çıktığı ve artık "içsel bir olgu" haline geldiği için, "açık bir işgal"e pek gerek kalmıyor, emperyalizm işgalini gizlemekle böylece doğrudan bir hedef olmaktan da kurtuluyordu.

Dünyanın artık 2 kutuplu bir halde olması nedeniyle,  emperyalist sistem bir taraftan dünyanın geri kalmış bölgelerini kendi sömürgesi haline getirebilme konusunda bu gibi yeni çözümlere ve yeni yöntemlere başvururken, diğer taraftan da karşısında bir dev gibi yükselmekte olan sosyalist sisteme karşı da "dünyanın kontrolünü elinde tutma mücadelesi" vermek durumunda kalıyordu. Bu dönemdeki yeni yöntemlerden biri de; emperyalist sistemin başını çeken, emperyalizmin dünya politikasını belirleyen ABD tarafından uygulamaya sokulan ve  "yeşil kuşak projesi" diye tanımlanan bir yöntemdi. Bu proje ise gerici akımların desteklenip örgütlenmesini ve zamanla da palazlanıp daha da büyümesini sağlayarak, "sosyalist blokun bir kuşatma ve abluka altına alınması" hedefiydi.

Küreselleşme ve Vahşi Kapitalizm

Yeşil Kuşak projesinin sosyalist sistemdeki çöküş süreci ile birlikte başarı sağlamasının ardından, dünyanın efendisi olmak isteyen emperyalist sistem, sermaye düzeninin dünyada alternatifsiz tek düzen olduğunu, "küreselleşme" adı altında yeni bir döneme geçildiği açıklaması ile duyurdu. Sermaye düzeninin tüm dünyada "tek düzen" olarak dayatılması anlamına gelen "küreselleşme" politikası, aslında vahşi kapitalizm aşamasına daha dolaysız bir sıçrama yapılması anlamına da geliyor.

Geçmişte karşısında caydırıcı bir alternatif güç olan sosyalist sistemdeki çöküş ile alternatifsiz kalan emperyalizm, bu nedenle küreselleşme sürecine girişle birlikte eski sömürgecilik yöntemlerini de yeniden devreye soktu. Daha önce, karsısında yükselen dev bir alternatif güç olan sosyalist sistem nedeniyle "yeni sömürgecilik" yöntemlerine yönelen emperyalizm, böylece bu alternatif güç ortadan kalkınca, ayrıca eski sömürgecilik yöntemlerine de yeniden gereksinim duydu. Bu ise, daha azgınca bir sömürünün ve sömürgeleştirmenin başlatılması demek.

Emperyalist sistem işte bu amacını da, "küreselleşme" diye adlandırdığı "yeni dünya düzeni" kurma yolunda "Büyük Orta Doğu Projesi"ni devreye sokarak yapmaya çalışıyor. Çünkü eski sömürgecilik yöntemlerinin yeniden uygulanabilir hale gelmesi ve işlerlik kazanabilmesi için, yeryüzünün de buna uygun bir zemin haline getirilmesi gerekiyor. İşte bugün emperyalizm tarafından ülkelerin (özellikle Ortadoğuda ve Türkiye'de) iç dinamikleri ile oynanması biraz da bu amacı içeriyor...

Vahşi kapitalizmde madencilik anlayışı: Vahşi madencilik

Emperyalizmin ortaya çıkışı ile birlikte uygulamaya soktuğu eski sömürgecilik yöntemi, "klasik sömürü yöntemi" olarak da bilinir. Bu klasik sömürü yönteminin en önemli ayağı ise, az gelişmiş, geri kalmış, geri bıraktırılmış veya sömürgeleştirilmiş ülkelerin yeraltı zenginliklerinin soyulup sömürülmesi anlamını taşıyor.

İşte bu nedenle sanki tek bir yerden düğmeye basılmış gibi, süreç içinde bizim gibi ülkelerdeki madencilik ile yasalar yavaş yavaş ve kademeli biçimde bu klasik sömürü yöntemine uydurulacak şekilde değiştirilmeye başlandı. Bizde ise bu değişim, Genel Başkanı Büyük Ortadoğu Projesi'nin eşgüdüm başkanı yapılan AKP iktidarına nasip oldu...

İşte bizde AKP iktidarının çıkardığı "yeni madencilik yasası" ile artık tam anlamıyla "vahşi madencilik" diye tanımladığımız madenciliğin doğuşunun bir başka hikayesi böyle anlatılabilir. Ama en kısa tanımlama şu: Görülüyor ki,  vahşi kapitalizmin madencilik anlayışı da vahşi madencilik.

İşte bu dünya haritasının Turgutlu ölçeği üzerindeki yansıması da Çaldağı konusudur.

Çaldağı konusunu uzun uzun anlatmaya gerek var mı? Bu konu artık yeterince biliniyor. Ama şöyle özetleyelim: Dünyada ilk kez uygulanmak istenen ve tüm Gediz vadisini büyük bir çevre felaketine götürmesi söz konusu olan bir madencilik yöntemi.

Bir ayrıntıya dikkat çekmek gerekecek. Bunun için de, geçtiğimiz Temmuz ayı içinde yazdığım ve dostlarla, bilim insanları ve çevreci kuruluşlarla geniş bir platformda tartışılmak üzere paylaştığım "Nikel Madenciliğinde Sülfürik Asit Projesinin Laboratuarı Türkiye Mi?" başlıklı yazıyı hatırlatmak istiyorum.

Bu yazıda dikkat çekmeye çalıştığım bazı konular var.
Hatırlatmak için kısaca vurgulayayım:
1- Türkiye'nin nikel madenciliğinde sülfürik asit projesinin uygulanabilir olduğu bir laboratuar haline getirilmek istendiği...
2- Halkımızın böyle bir kimyasal laboratuarda gönüllü kobaylık yapması için de biri "açık", diğeri "kapalı" iki seçenek sunularak kandırılmak istendiği...
3- Bu nedenle aynı şirket tarafından (Encon Danışmanlık şirketi) verilen ÇED raporlarında Çaldağı için "açık", Gördes için de "kapalı" iki farklı sistem önerildiği...
4- Buna bağlı olarak da "sülfürik asit projesine karşı verilen çevreci mücadelenin izdüşümü" açısından, Turgutlu ve Gördes'in bir bütünün parçaları durumunda olduğu...
5- Çaldağı'ndaki maden şirketinin, şimdi de şirketi Türkleştirme taktiğine başvurarak, Çaldağı direnişini çözmeye veya "direnişteki zayıf halkalar"ı koparmaya çalışacağı...
Bu yazının tamamı için tıklayınız:  Türkiye sülfürik asit projesi laboratuarı mı?

Bizler ne diyoruz?

Elbette ki bizim tavrımız net. Bizler neyle ve nasıl bir tehlike ile karşı karşıya olduğumuzun bilincindeyiz.

Ama yine de bir kez daha bir ayrıntıyı net olarak ortaya koymakta yarar olabilir.
Birileri tarafından önümüze konulan "açık mı, kapalı mı?" türündeki bu iki seçenekten birini tercih etmek gibi bir tutumumuz olamaz ve yok da zaten. Bizim tercihimiz, dünyanın 7 cennet tarım harikasından biri olan Gediz Vadisidir.

Bu nedenle biz ne diyor, ne istiyoruz bir kez daha somutlamak gerekirse:
- Ne açık, ne de kapalı hiç birini seçmiyor, dünyanın en harika tarım cennetlerinden biri olan Gediz Vadisi'nin sülfürik asitle yıkanarak yok edilmesini istemiyoruz.
- Tüm ormanlarımızı ve sit alanlarımızı madencilik için talan edilmeye, yeraltı zenginliklerimizi de yabancılar ve yandaşlar için yağmalanmaya açan, ülkemizde vahşi madenciliğin önünü açan bu madencilik yasasının değişmesini istiyoruz.
- Çevreye ve insana saygılı, çevre ve insan sağlığını, tarihi zenginliğimizi koruyan, ileri teknolojinin bu amaçla uygulanacağı bir madencilik anlayışının oluşmasını istiyoruz.
- Böyle bir madencilik yasası çıkıncaya kadar da, verimli tarım topraklarımızın yine tarım amaçlı korunmasını, dünyanın en zengin tarihi-arkeolojik zenginliğine sahip olan ülkemizde tarihsel kalıntıların yer aldığı bölgelerin yeniden sit alanı kapsamına alınarak korunmasını, ormanlarımız ve sit alanların yeniden madencilik yapılmasına yasak alanlar olarak ilan edilmesini istiyoruz.

Gediz Vadisi cinayetinin ne açık ne de kapalı şekilde yapılmasının bir anlamı yok! Açıkça da yapılsa, kapalı da yapılsa, cinayet cinayettir. Birinci sınıf tarım arazisi olan, dünyanın en cennet vadilerinden Gediz Vadisi'nin asitle yıkanarak yok edilmesini istemiyoruz.

Sinsi bir tezgah olabilir mi?

 

Peki, birileri tarafından Gediz Vadisi gerçekten yok edilmek istenmekte midir?
Veya neden yok edilmek istenebilir?

Şu gerçeğimizi bir kez daha hatırlayalım: Türkiye bugün IMF ve AB reçeteleriyle tarımda geri bırakılmaya, geri çekilmeye ve tarımda çökertilmeye çalışılmaktadır. Bu hepimizce malum.

Gediz vadisi ise, dünyanın 7 tarım harikasından biridir. Dünyanın en bereketli tarım bölgesi olarak ülkemize tarımsal alanda ekonomik girdi sağlayan en verimli tarım toprağıdır. Manisa ve yöresinin sadece tarımsal girdi olarak sağladığı gelir, sadece 1 yılda 3,5 milyardır. Ve Manisa ovası sayesinde Türkiye, Amerika'dan sonra dünyada üzüm üretiminde birinci sırada yer almaktadır. Ayrıca Manisa ve yöresi, Sultaniye çekirdeksiz kuru üzümün dünya merkezidir. Çünkü Sultaniye çekirdeksiz üzüm dünyada sadece Manisa ve yöresinde yetişmektedir...

 

Manzara şimdi netleşti mi biraz? Çaldağı'ndaki maden şirketi (adı ve kimliği ne olursa olsun) tarafından dünyada ilk defa uygulanmak istenen madencilik projesi ile, dünyanın en cennet tarım alanı sülfürik asit projesi için açık bir kimya laboratuarı haline getirilecek, bir cennet vadi böylece asitle yıkanacak... (Böylece çöle çevrilecek veya yok edilecek...)

(Bu durumda, elbette ki öncelikle böyle bir olayın ilk karşısında durması gerekenlerin yoldan çekilmesi için, ilk önce bu kimselerin veya kurumların satın alınarak kandırılıp, maden yanlısı bir çizgiye çekilmesi gerekecek. Bu nedenle de bu projenin ardındaki güçler tarafından özellikle üzüm tüccarlığı yapanların ve benzer kurumların önce tarafsızlaştırılıp, sonra da bazı yollarla maden yanlısı çizgiye çekilmesi çok önemli...)

Peki böyle bir canavarlık mümkün mü, yoksa bu ortaya konulan tez sadece bir saçmalık olarak mı nitelendirilebilir? Bu soruya, bu dünyada Nagazaki ve Hiroşima'ya atom bombasının bile atıldığını unutmadan bir cevap vermek gerekir, ki Gediz Hiroşima Olmasın!!!

Emperyalizm tarafından tüm dünyanın eski sömürgecilik yöntemlerinin uygulanabilir olduğu bir zemin haline getirilmeye çalışıldığı aşamada, böyle bir dünya haritasının Manisa ölçeğinde, bizlerin Çaldağı ve Gördes maden işletmecilikleri ile karşı karşıya kaldığı durum somut olarak şudur: Dünyanın en bereketli tarım topraklarından olan Gediz vadisi, sülfürik asit projesinin uygulanabileceği bir laboratuar haline getirilmek istenmekte, halkımız da bu laboratuarda gönüllü kobaylık yapması için biri "açık", diğeri "kapalı" iki seçenek sunularak kandırılmak istenmektedir.

Biz ne istiyoruz ve ne yapıyoruz?

Eğer Gediz vadisinin çöle dönüşmesini istemiyorsak, bizim tavrımızın şu şekilde ortaya konularak ifade edilmesi gerekir:
- Türkiye'nin nikel madenciliğinde sülfürik asit projesinin uygulanabilir olduğu bir laboratuar haline getirilmesine izin vermemeliyiz!
- Ne açık, ne de kapalı, sülfürik asit projesine karşı çıkmalıyız.
- Gediz vadisinde toprağın üstü altından çok daha değerlidir.
- Bu toprağın altında eğer bir zenginlik varsa, yarın daha ileri ve iyi bir teknoloji ile, ama özellikle bu teknolojinin insana, çevreye ve tarihi zenginliğimize saygılı anlayışla uygulanabileceği bir madencilik yasası ile, insana ve çevreye dost bir madencilik anlayışı ile biz bu zenginliği halkımıza kazandırırız.
- O zamana kadar ise, verimli tarım alanlarımızı yine tarım amaçlı korumalı, toprağın altındaki bu zenginliğimizin de gelecek kuşakların en karanlık günlerinde kendilerine bir ışık ve umut olabilecek bir sermaye olarak bulunduğu yerde kalmasını sağlamalıyız...

Bugün bizim yaptığımız nedir?

Bizler dün ne yapıyorsak bugün de aynı şeyi yapıyoruz, insanlık için aynı mücadeleyi veriyoruz. İşte dünya nereden nereye geldi? İyice kokuşmuş düzen bir de vahşi bir özellik kazanarak, saldırganlığını artık "çevre" dediğimiz insanların ortak yaşam alanlarına kadar getirip dayandırdı. Yani; dün insanların alın teri ve emeklerinin hakkı için mücadele veriyorduk, bugün ise aynı insanların bir de yaşam hakkı için mücadele vermek durumunda kalıyoruz. Bu yüzden vahşi kapitalizme karşı mücadeleyi çevreci mücadeleden soyutlamak ve ayırmak artık mümkün değil. Çünkü yukarıda vurguladığım gibi, vahşi kapitalizmin madencilik anlayışı da vahşi madencilik...

Ya da bunu bir de doğanın dilinden söylemeye çalışırsak, şöyle diyebiliriz: Bizim yapmaya çalıştığımız şey ve verdiğimiz mücadele, bir anlamda doğanın kendini koruma ve savunma refleksidir de. Çünkü, bizler de yaşayan en büyük canlı olan doğanın birer parçalarıyız...

Asıl ikilem: cüzdan mı, vicdan mı?

Kısacası, birilerinin bizim önümüze getirip de koyduğu “açık mı-kapalı mı?” şeklindeki bu iki seçenekten birini bizler seçmek zorunda değiliz. Bizim seçimimiz, dünyanın 1. sınıf 7 tarım harikasından biri olan Gediz Vadisi olmalıdır…

Veya… Gediz vadisi bize bir başka ikilem sunuyor ve kendi geleceğinin ne olacağını anlatmak için bizlere şöyle diyor: "Benim yaşamam sizlerin doğru seçim yapmanıza bağlı. Sizin için yaşamda hangi değerin daha önemli olduğuna karar vermelisiniz. Daha büyük cüzdan mı, daha büyük vicdan mı?"

Ben kendi adıma, kendi değer yargılarım, inancım ve dünya görüşüm doğrultusunda seçimimi şöyle yapmıştım: Ben, daha büyük cüzdan değil, daha büyük vicdan taşıyan biri olarak yoluma devam edeceğim!

Sonuç olarak, biraz siyasi perspektifi de içeren bu yazıyı bu şekilde bir paylaşıma açarken, amacım kesinlikle birilerine siyasi veya ideolojik bir düşünce yapısı empoze etmek değil. Yazının sunumunda böyle bir perspektife ihtiyaç duyulmasının nedeni, gözlerimizden kaçan ayrıntıları daha çarpıcı şekilde vurgulama ihtiyacından kaynaklandı. Ama bu yazıdaki asıl ve tek amaç; insanların vicdanlarına ve sağduyusuna seslenebilmek.

Bu işin ne kadar zor olduğunu bile bile yapıyorum bunu. Vicdanlar cüzdanların gölgesinde kalmışken, bu işin ne kadar zor olduğunu da biliyorum. Öte yandan sağduyuya seslenmenin de ne kadar zor olduğunun bilincindeyim. Sağduyu, hem toplum olarak, hem de bu toplumun bireyleri olarak varlığını çok uzun zamandan beri unuttuğumuz bir değer çünkü. Hatta belki dünyanın bile, insanlığın bilinç kaybına da uğratılması nedeniyle, giderek varlığını unuttuğu bir olgu... Ama ben yine de bile bile ve inatla bunu yapmaya devam edecek, "Çaldağı'nda neler oluyor?" sorusunu sormaya devam edeceğim.

Tüm değer yargılarının alt üst olduğu böylesi bir süreç yaşanırken, bazıları bu yüzden "cüzdan"ın karşısına "vicdan" diye bir şey koymamı bir "suç" gibi de göreceklerdir belki. Ama ben bu suçu işlemeye de devam edeceğim. Çünkü vicdanımın ve toplumun varlığını unuttuğu sağduyunun kulağıma fısıldadığı ses şöyle diyor: "Sen bu suçunla başını dimdik tut! Onlar yarın tarih karşısında bugünkü suçsuzluklarıyla utanacaklar!"

03 Haziran 2012


Yorumlar - Yorum Yaz