“Alışkanlık” ve “süreklilik”, sevginin ruhsal ırmağının büyülü sözcükleri. İçimiz kıpır kıpır olur, bir lav çağlayanı akar gider özlenene doğru...
Sevginin aktif gücü, sürekli oluşundandır belki de.
Karşımızdakine gönderdiğimiz sıcaklık kadar, güvenli bir huzur da sunar bu süreklilik.
Bir başka sıcaklık da yüreklerinize yansır.
Sürekli olmasa da, bir “alışkanlık” diye iz bırakmıştır geride.
Belki de avuçlarımıza bırakmıştır sıcaklığını...
Geride bırakılan zamanın tortusu ise, yitirilmiş sevgiler adına adeta kavurmuş gibidir yürekleri. Geleceğe dair umutlu bekleyiş, tek tesellimiz!
Umut ve özlemlerimiz, bugüne dek çocukluk günleri ateşiyle kavurdu hep yürekleri.
Esmer günler ve sarışın gecelere, beyaz sabahlar ve mavi akşamlara gömdük çığlıklarımızı.
Düş kırıklıkları ise, yüreklerde bıraktı acı ve kekremsi tadını.
Gelen günlerse, umudun sevincini ve bir de sevdayı yedeğine almış gibi görünür hep uzaktan...
Ve zaman ise, elimizde değil!
Hep bizim dışımızda!
Şu günlerde hele!
Ne sorsak yanıt vermez gibidir hep.
Hem sağır, hem de dilsiz gibidir zaman.
Dili ve kulağı olsa da, sorsa ve dinlese!
Elbet vereceğiz yanıtını:
“Tarih neden uykulu şimdi?”
"Neden hep ağır ilerliyor böyle?”
"Günler neden hep böyle karanlık, acılı ve ağır?”
“Aydınlık neden hep böyle tutsak?”
Ve “Niçin bu kadar kalındır karanlığın zırhı?”
Yanıtını vereceğiz elbet.
Ama zaman, yine de akıp gidiyor bir yandan.
Çünkü, ayrıca su gibi de zaman.
Nice yaşamları da sel gibi alıp götüren bir akarsu.
Geçip gidiyor işte zaman, ardına bile bakmadan...
Umut ise; dün giden günün sırtındaydı, yarın ise gelen günün yelesinde olacak!
Bekleyiş; bir ömür tutsa da!
Zaman; hep bekleyişe emanet.
Ve karanlığın tutsağında...