Şehir mi başkalaştı?
İnsanları mı yoksa?
Yoksa öldü mü bütün düşler?
Dünya kurulduğundan beri hepimizin de ortak olduğu o düşler...
O düşler ki; hep umuda dair.
O umut ki; hep ışığa ve sevdaya dair...
Bir sabahçı kahvesinde günü karşılarken, titremelerinn ötesinde, bir bardak çayı yudumlayabilmenin doyumsuz tadı ve anlatımıdır belki de o sevda!
O sevda; yüze göze bulaştırılan bilinmez sahtekar makyajlara inat, umutların “hep ileri, hep ileri” doğru ilerlediği bir ormanda, yepyeni bir yürekle geride kalıp da, tek başına ve dimdik bir ağaç olmanın özgürlüğünü yaşamaktır belki de. Bir tutam ışık için o sevda...
Bir kuş gibi, bir kapının önüne konar bazen... Gecelerin tüm karanlığına ve uzunluğuna inat, kartalların ve baykuşların bile göremediğigözlerde parıldayan bir ışıktır o sevda...
Ve sevda türküleri sokaklarda söylenirken, biliriz ki; bir kaldırımın karanlık köşesinde belkiunutulmuş gibi yatmaktadır sereserpe, kahır dolu gecelerin ıstırabı. Şükürsüz ve niyetsiz! Çünkü tüm unutuluşların ardından, “döndüm ve doğruca sana geldim” diyebilmenin cesaretidir o sevda...
Ve sorulacak sorular olacak mutlaka.
Hem de kaç kere?
Hem de İnsan olmak adına, bir tutam ışık adına!
Belki de sorup duruyoruz kendimize:
“Ne zaman unuttu aydınlığı bu şehir?”
“Bu şehir ne zaman sevdi karanlığı?”
Oysa bir zamanlar bir sabahçı kahvesinde bir bardak çayla günü karşılamak bile mertlik sayılırdı.
Şimdi, herşey yalana dönüyor eskisine göre.
Işığı kuşatan karanlık, derin bir sessizlik yontuyor etrafımızda!
Sokaklarda sessizliğin yontucusu karanlık hüküm sürerken, köşe başlarında uzuyor gecenin gardiyanı gibi gölgeler...
Ve sokakta, hiç yanmayan bir sokak lambasının uzayıp giden gölgesi altında, yitirilmiş sevdaların yemyeşil gözlü bir tanığıdır yapayalnız bir sokak kedisi...
Aklımızda hala duruyor sabırsızca, sorulacak sorular:
"Peki, bu şehir ne zaman unuttu aydınlığı?"
"Ne zaman sevdi karanlığı bu kadar?"