Zamanın mahzenindeki sözcükler

Zamanın mahzeninde demirbaş sözcükler


Türkiye yine bir yangın yeri gibi. Yine alev alev yanıyor.
Ve bu yangında da aslında ilk kurtarılacaklar, geçmiş zamanın mahzeninde gizli. Kilitlenmiş ağır demir kapılar ardındaki o karanlık mahzende. 
Onlar da: demirbaş sözcükler. 
O sözcükler ki: tarihimizin sessiz tanığı...

Doğa ise; bir mevsim değişikliğine gebe şu günlerde. İzlediğimiz, doğanın med-ceziri işte.  
Ama yaşam? Yaşam, bir acaip! 
Hep durağan buralarda. 
İvme yok, durağanlık var. 
Med yok, cezir var.
Zamanın ağırlığı, sanki ayaklara dolanan ağır prangalar gibi, hep dibe doğru çekiyor yaşamı. 

Zamanın yargıcı olunamadı hala. Kilit vurulmuş hep dillere. 
Ve suskun dillerde saklanan sır, sabırsız bekleyişlerle büyütüyor sessizliğini. Hiç olmazsa, bir gün fısıltıya dönüşeceği umudu ile...

Zamanın durağanlığının, karanlığın bu hükmünün sırrı; bu korkunç sessizlikte, suskunlukta yatıyor... Oysa; herşeyi görüp-duyup-bilip de söylememek; ne kadar da karanlık bir yetenek? Ve bu suskunluk, karanlıkla işbirliği yapmanın bir itirafı gibi yapışmış karanlığın kapısına.

Artık geriye çekilmiş 
gecenin gardiyanları, susarak kutsadıkları günahlar için, bugünkü koyu karanlıkta ise konuşarak madalya dağıtmakta... Çünkü zamanın sessiz tanığı, yine kilitli ağır demir kapılar ardında, karanlık mahzende gizli... Çünkü gecenin gardiyanları, en çok da sesten korkar. Ya da kopacak gürültüden. Bu yüzden, suskunluk ve sessizliğin sırtını sıvazlamışlardır hep, karanlığın işbirlikçisi diye...

Ama... 
Kapı aralığından süzülmeye başladı artık ışık... 
Dillerdeki kilidi çözecek, sessizliği fısıltıya dönüştürecek o ışık... 
Yaşamın nağmeleri arasına fısıltıyı da katacak olan o ışık...   
Ve günlerin demlenişi, şimdi fısıltıların sese dönüşeceği anı bekliyor. 
Ama susmak değil, beklemek müthiş asıl...

“Hani, kurşun sıksan geçmez geceden” der ya şair Ahmet Arif? Karanlığın zırhı o kadar kalın işte. 
Ve geçmiş gecelerin gardiyanları, susarak kutsadıkları günahlar için, şimdiyse konuşarak madalya dağıtmada... Ve anlıyoruz ki; yaşamın üzerindeki kir, sadece ağır ve yoğun bir sistir... 

Ya beklediğimiz? Rüzgâr mıdır? O sisi dağıtacak rüzgâr? Fısıltıları sese dönüştürecek bir rüzgâr? 
Zamanın bu yaman çelişkisi, bu durağanlık, bu sessizlik hiç de hayra alamet değil çünkü. 
Fırtına öncesi sessizlik mi? 
Yoksa, sessiz bir sinemanın izleyici olmaya da mı gönüllü yorgun ve bezgin hayatlar?
Oysa... 
Gideceği limanı bilmeyene hiç bir rüzgârdan hayır gelmez...

Ama ses, yaşamın renkleri ve nağmeleri arasındaki ayrıcalıklı yerini almak için hep bir rüzgâr ya da an bekler. O an ki, hiç dokunulmamış seslere, hiç söylenmemiş sözlere dokunup da dil verecek bir an... O ana kadar yaşanan, sadece suskun nağmeler. Hem olumsuzlukların postacısı, hem çöken ve iflas eden hayatların borca batmış senetleri o
suskun nağmeler...

Oysa susmak, dudak içlerinde hapsedilen gerçeklerin bazen bir onayı, bazen de yaşamdan saklanması.
En kolay kaçış yolu, dil ucundadır belki. 
Ama nereye kadar?

İşte kapı aralığından süzülmeye başladı bile 
ışık!
Ve şimdi de o bekleyiş, zamandan hep kaçırılan, karanlık mahzenlere kilitlenen o demirbaş sözcüklerin peşine düşmeye dönüştü... Demirbaş sözcükler ki, bu yangında ilk kurtarılacak. O saklanmış sözcükler ki, bugünkü karanlığı anlatan, geçmiş zamanın sessiz tanığı...

Sonsuzluğun uçsuz bucaksızlığında, gece ile gündüzün, karanlık ile aydınlığın yenişemediği anlarda, zamanı yakalayamamanın ezikliği ise ağır bir tortu gibi çökmüş yüreklere. Bu yüzden, ses adına dudaklardan fırlayan her yalan bir başka acıya çarpıp da kanatırken, yine sessizliktir sırtı sıvazlanan. Karanlığın işbirlikçisidir diye...

Ne var ki; kapı aralığından süzülmeye başladı artık ışık!
Zaman, kör bir kemancı gibi serenat okumakta güneşe... 
Sessizlik de, dilsiz bir şair oluyor aydınlığa...