İlk kavga ve savaş

İlk kavga ve savaş


Orhan Hançerlioğlu, yeryüzündeki ilk kavganın ilk insanla birlikte başladığını söyler. Düşünce Tarihi adlı eserinde, ilk insanın ilk kavgasını, “Mal edinme yüzünden ilk kavga başlıyor. Ve ilk insanla başlıyor.” şeklinde tanımlıyor. ( Orhan Hançerlioğlu - Düşünce Tarihi, Sayfa: 132)

Günler geçip koşullar elverdikçe, insanlar iki bölümde birikiyorlar: Ezenler ve ezilenler... Aynı eserinde, “Kavga bunlar arasında olmaktadır. Nitekim ilk kavgalara da, ezenlerle ezilenlerin en çok sivrildikleri Roma İmparotorluğu topraklarında rastlıyoruz”  diyor Hançerlioğlu

“Şiddet” ve “kavga”, insanın doğasında var çünkü. Ve bir de “egemen olma”güdüsü!... Bu “egemen olma” güdüsü kontrolsüz ve dizginsiz bir halde bulunduğu zamansa, insanoğlunun doğasında zaten var olan şiddet ve kavga, onu bir “zalim” yapabiliyor... Bu güdü, ilk önceleri kabile yaşamında “reislik”, göçebe topluluklarında “beylik” vs. gibi kavga ve savaşlara neden olmuş... 
Ama insanoğlunun yerleşik hayata geçip de “yurt edinme” sürecine girmesiyle birlikte yeni ve farklı boyutlara ulaşmış... Derebeylik, tiranlık vs gibi... Ve daha şiddetli ve kanlı kavgalar da işte bu “yurt edinme” süreci ile birlikte başlamış... 

Önceleri klan ve kabile savaşları varken ve bu savaşlarda göçebe kabileler savaştığından, savaşların niteliği daha çok talan etme ve ganimet sağlama biçimine dönük. Ama yerleşik hayata geçişle birlikte kabile savaşları da nitelik değiştiriyor. Hayvancılıktan tarıma geçiş yapan insanoğlu, yerleşik yaşama geçip de bir kentleşme süreci içine girince “yurt edinme” olayı da başlıyor. Bu süreç de savaşların yeni niteliğini başlatıyor... Kabileler arası savaş, artık daha çokişgal etme biçimine dönüşüyor. Tarıma dayalı yerleşik yaşama geçen kabileler, daha iyi yaşam koşulları arayışı ile giderek daha verimli ve bereketli olan topraklar üzerinde bir egemenlik kurma veya yerleşme zorunluluğu ile karşilaşinca, bu zorunluluk kimi zaman buralarda daha önce yaşayan topluluk veya kabilelerle de bir çatısma veya onları da egemenlikleri altına alma kavgasını yaratıyor...

Bu süreçte de, kimi zaman farklı kültür ve geleneklere sahip toplulukların bir arada yaşamaları zorunluluğu doğuyor. Ne var ki, farklılıkları içine sindiremeyen, kabul edemeyen, farklılıkları doğada ve yaşamdaki bir “zenginlik” olarak değil de, bir “aykırılık” gibi gören topluluklar veya uygarlıklar, bu süreçte başarılı bir sınav veremiyor ve iç çatismalar, başkaldırılar, hesaplaşmalar nedeniyle yıkılıp gidiyor veya parçalanıyorlar.

Ama bunun için eski uygarlıklarda yaşayan insanları suçlayacak olursak haksızlık yapmış olacağız. Çünkü, bu tür bir uygarlık düzeyine ve hoşgörü çizgisine bugün bile hala ulaşamadı insanoğlu. Barış içinde yaşanamıyor hala ve barış hep bir özlem, hep ertelenen bir ideal olarak duruyor. Çünkü; dünyanın kara parçasını bir türlü paylaşamıyor insanoğlu! Yurt edinmekle birlikte nitelik ve boyut da değiştiren kabile savaşları giderek büyüyüp genişliyor ve derebeylikler, krallıklar döneminde de kentler alınıyor, işgal ediliyor, kaleler fethediliyor, köyler, kasabalar yakılıp yıkılıyor... Artık egemenlik güdüsü, gelişen toplum yapısıyla birlikte büyüme ve gelişme hedefini de kapsayınca, başka toprakların da egemenlik altına alınması, kendi topraklarına başka toprakları da katma ihtirasını geliştiriyor.

Yinelemek gerekirse; dünyanın kara parçasını paylaşamıyor insanoğlu!
İşte bu “paylaşım savaşı”, tarihin ilerleyen uygarlıkları süresince de devam ediyor ve bugün de hala dünyadaki dengelerin korunması, düzenlenmesi veya değiştirilmesi amacıyla bu savaşlar bir “dünya klasiği” olarak varlığını sürdürüyor...
 
İnsanlığın kavgasını, ilk kavgadan bugünkü biçimine kadar sürdüregelen nedenler hiç eksik olmadı çünkü. Yurt edinme, egemen olma, hak ve adalet arama, özgürlük, bağımsızlık gibi insani duygular nedeniyle yapılan onurlu ve haklı savaşları da ortaya koyduğumuzda, uygarlık tarihi boyunca yalnızca 10 yılını hiç savaşsız geçirmiş dünyamız... Mazlum halklar ve ezilen uluslar doğmuş en sonunda da...      
 
İşte egemen olma ihtirasının çok eski bir-iki örneği: 
İnsanlığın Tarihi adlı eserinde, Fransız tarihçi Andre RibardMezopotamya’daki uygarlıklar sürecinde en kanlı ve barbar krallık olan Asur Krallığı’nın, tüm Anadolu’yu kendi ellerine geçirme ve işgal etme hedeflerini bir “açgözlülük” olarak tanımlıyor.  Andre Ribard, M.Ö. 190’da ise, Roma İmparatorluğu’nun diğer bütün uygarlıklar üzerine saldırıya geçmesini anlatırken, bunun gelişme sürecini “Moğol tepelerinden Suriye sınırına kadar herşey, doğunun kaderini Roma’nın ellerine bırakmak içindi” şeklinde tanımlar. (Andre Ribard - İnsanlığın Tarihi, Cilt: 1, Sf: 188) (Ünlü bir Fransız tarihçi olan Andre Ribard, tarihin akışının toplumların içindeki çeliskilerden doğduğunu savunur. Bu çeliski ise, pek çok örnekte görüldüğü gibi çatismalar ve kanlı savaşlara da dönüşebiliyor...)
  
Kabile savaşları hiç eksik olmadı. Sadece zaman ve mekana göre de biçim ve boyut değiştirdi. Örnegin Anadolu’da, “Beylikler Dönemi”nde, Türk boyları onyıllarca (hatta yüzyıllarca) birbirleriyle dövüştü, kardeş kanı akıttı. Bu kavgaların altında da egemenlik ve yurt edinme duyguları vardı. Ve boyunduruğa karşı durma, bağımsızlık ve özgürlük duyguları...

Tüm bu kavgalar kimi uygarlıkları çökertti. Ama kimi kavgalar da, aslında hep kendince daha iyiyi ve doğruyu arama çabasinda olan insanoğlunu, süregelen bu yanlışlıktan sıyrılabilmek için doğru olanda birleşip anlaşmaya, farklılıklarla bir arada yaşamayı öğrenmeye, bir hoşgörü ve barış ortamını aramaya götürdü. O zaman da yepyeni uygarlıklar, devletler doğdu.



Yorumlar - Yorum Yaz