Nasrettin Hoca'nın tarih içinde temsil ettiği karakteristik kişiliğini, tavrını ve bazı fıkralarının anlamını daha iyi anlayabilmek için, yaşadığı tarihsel sürecle ilgili bir ayrıntıyı büyüteç altına yatıralım.
Bilindiği gibi Nasrettin Hoca fıkralarının hemen hemen pek çoğunda hep “Timur” adına rastlarız. Timur adı, Anadolu tarihi içinde her zaman zorbalıkla simgeleşmiştir. Ve Yıldırım Beyazıt’ı yenerek Anadolu’yu işgal eden ve Anadolu halkına da bu işgal sırasında büyük zulüm yaparak baskı altında tutan Timur’u anımsatır. Bir zorba, bir diktatördür Timur. Onun baskıcı yönetimi altındaki halk inim inim inlemektedir. Bu nedenle halk tarafından hangi dönemde yaşıyorlarsa o dönemde varolan diktatörün adını zikretmek yerine, bu "timur" ile halkın ne durumda olduğunu, ne gibi bir zulüm yaşadığını anlatmak için bir sembol olarak kullanılmış, o dönemde halk neler çektiğini işte bu "timur" simgesiyle anlatmış.
Biraz da yabancı dildeki "tiran" sözcüğünü çağrıştıran "Timur", Anadolu halkı için her zaman bir zorbayı, bir diktatörü anlatan, onu çağrıştıran bir sıfat olmuş, bu tür bir sıfat olarak dilimize de yerleşmiştir.
İşte Nasrettin Hoca bu dönemde ortaya çıkar ve bu baskı ile sindirilmiş olan halkın tepkisini ve eleştirilerini dönemin o psikolojik ortamına uygun, mizah yoluyla dile getirir. Bunu da bir Timur fıkrası ile örnekleyelim:
Timur, bizim Nasrettin Hoca’ya hem kızarmış, hem de çok severmiş. Bir halk aydını olduğunu çok iyi bildiği Nasrettin Hoca’yı bir gün makamına çağırtmış. Amacı onu aşağılamakmış. Ve “Söyle bakalım Hoca, bir insanla bir eşek arasında ne kadar fark vardır” diye sormuş. Tabii burada elindeki güç nedeniyle kendisinin Nasrettin Hoca’ya ve halka büyük bir zevkle “eşek muamelesi” yaptığını da anlatmaya çalışır Timur. Nasrettin Hoca da, çaktırmadan Timur’la aralarındaki mesafeyi şöyle ölçüp biçmiş ve hemen cevabı yapıştırmış: “İki karış kadar sultanım!” Aldığı bu cevap çok hoşuna gitmiş ve Nasrettin Hoca’nın cinliği Timur’u kahkahalara boğmuş.
Tabii burada Timur, aslında kendisinin eşek yerine konduğunu da anlayamamış. Ama halk anlamış. Çünkü buradaki asıl mesaj, bir zorba olan sultana karşı başkaldıramayan, ya da halkın cahilliği nedeniyle onlara güvenip de açıkça başkaldırmaya cesaret edemeyen, ama ince ve kıvrak zekâsıyla tepkisini nükte ve iğneleme yoluyla, mizahla yansıtan ve aynı zamanda da karşısındaki güçten korkan ürkek bir halk aydınının, “Sen eşeğin tekisin sultanım” demesinin “Nasrettince”sidir.
İşte Nasrettin Hoca bu yüzden ölümsüzleştirilmiştir. Bu yüzden onun mezarı yoktur. Onun mezarı, onu yaşatan tek yer olan Anadolu halkının yürekleri...
Aynı zamanda halktan biri gibi yaşamayı seven ve bir “halk filozofu” olan Nasrettin Hoca, belki de o özgün kimliğiyle Anadolu insanını sembolize eden davranışçılığı ile Anadolu tarihi içinde halkımız tarafından en çok sevilen bir karakter oldu. 1000 yıla yakın bir zamandır fıkraları dilden dile dolaşarak Nasrettin Hoca karakteri hep yaşatıldı. Daha da yaşatılacak.
“Biz Nasrettin Hoca’nın torunlarıyız” sözü de aslında bir bakıma onun hala yaşatıldığını, yaşatılmak istendiğini vurguluyor. Halkımız yüzlerce yıldır onunla sarmaş dolaş yaşıyor. Bu yüzden, bugün Nasrettin Hoca hala içimizde, aramızda yaşıyor.
Çoğu zaman biz de yanlışlığa ve haksızlığa tıpkı onun gibi eleştiriler, tepkiler yansıtıyor, nükteler yapıyoruz, kimi zaman da onunla bütünleşerek ve de onun ağzından olayları mizahi bir dile dönüştürerek. Gerektiğinde kendi öz nefsimize bile onun dilinden, onun nükteleriyle çatar, göndermeler yaparız. Tıpkı Nasrettin Hoca gibi, ağlarız gülünecek halimize, güleriz ağlanacak halimize... Bu yüzden Anadolu halkının ta kendisi olmuş Nasrettin Hoca. Hem de tarih boyunca halk...
Kimbilir, belki de bugün çok yakınınızda, çevrenizdeki biridir o. Belki de sizsiniz, “ya tutarsa”diye göle yoğurt mayalayan değil, ama olmayacak bir işe kalkışan, ya da “tersine dünya” deyip eşeğe ters binen değil, ama bilinen ve alışılan gelmiş şeylerin hep tersini yapmaya, ya da bozuk düzenin dayattığı kimlik yerine marjinal olmayı tercih eden o Nasrettin Hoca.
Büyük sanat adamı Bedri Rahmi Eyupoğlu, “Biz Nasrettin Hoca’nın ta kendisiyiz. Çünkü herşeyden önce onun torunlarıyız. Bu yüzden o hep bizimle” der ve şöyle devam eder: “Artık eşek devri de kapandığına göre, Nasrettin Hoca taksiye de biner, otobüse de. Hatta belki dolmuşa da binebilir bir gün...”
Bu yüzden, yazımı sona erdirirken, son olarak söylemek istediğim şu:
Siz siz olun, her zaman Nasrettin Hoca gibi güldürün, Nasrettin Hoca gibi gülün, Nasrettin Hoca gibi alay edin, Nasrettin Hoca gibi eleştirin.
Tabii yazının konusu Nasrettin Hoca olunca, fıkrasız olmaz. Dolayısıyla da yazıyı ancak onun bir fıkrasıyla tamamlamak yakışır. İşte onun Timur’lu fıkralarından biri daha:
Timur, halkı eziyor ve sürekli baskı altında tutuyormuş ya. Kendisine karşı bir şeyler yapılmasından ya da bir başkaldırıdan da çekiniyor olmalı ki, bir ara silah taşınmasını yasaklamış ve halkı da silahsızlandırmaya başlamış...
Bizim Nasrettin Hoca ise, o devirde “çift kulaklı” diye tabir edilen kocaman bir bıçakla dolaşıyormuş. Bir gün kendisine rastlayan subaşı durumu fark etmiş ve Nasrettin Hoca’yı durdurmuş. Sert bir sesle, “Bu ne böyle Hoca?”, diye bağırmış, “Sen silah taşımanın yasak olduğunu bilmiyor musun?”
Nasrettin Hoca, gayet sakin bir şekilde, “Bu silah değil ki” demiş, “Kitaplarda bazı yanlışlar var, bununla onları kazıyorum.”
Subaşı öfkeden kıpkırmızı kesilmiş ve “Bu kadar büyük bir bıçakla yanlış mı kazınır?” demiş.
Nasrettin Hoca da cevabı hemen yapıştırmış: “Hem de öyle büyük yanlışlar var ki, bu bile küçük geliyor.”
Nasrettin Hoca'nın Konya'nın Akşehir ilçesindeki türbesi